14 Temmuz 2016

Her Şeye ve Herkese Karşı Lacan

ile izdiham

Yirminci yüzyılın en etkili düşünürlerinden olan psikanalist Jacques Lacan, 1930’lardan başlayarak ün kazanmış, Fransız düşüncesi üzerine etkisini ise en çok 1950-75 arasında göstermişti. Lacan, demokratik toplumların mümkün tek ufkunun, insanın karmaşıklığının bütün yanlarını anlamayı sağlayacak tek görüşün, Freud’un çıkışı olduğunu inatla savundu. Freud’un diğer mirasçılarından, psikanalizi klinik bir sınıflandırma toplamı olarak gören ve buna indirgeyen her türlü görüşe karşı mesafeli olmasıyla ayrılıyordu. Lacan felsefi düşünceyi Freud’un yazdıklarına yeniden katarak, psikanalizi felsefe tarihi içerisine yerleştirdi. Sonrasında psikanalizi felsefeye karşı bir panzehir, bir “anti-felsefe” olarak düşündü. Eski Yunan trajedisinin yanı sıra Marquis de Sade’ın yazılarını da seferber ederek Auschwitz mirasını Freudcu tarzda ele alan, olayın korkunçluğunu gösteren tek psikanalist düşünür de o oldu.

Dinsel kurtuluşun yerine ilerlemeyi, obskürantizmin yerine Aydınlanma’yı geçirebilmenin tek yolunun hakikat arayışı olduğuna emindi. Birçok muhafazakarın da oklarına hedef oldu. Lacan günümüzde, gerek yapıtı, gerek insan olarak kendisi günümüzde en akıl almaz yorumlara konu olmayı sürdürüyor. Tıpkı Freud ve tüm ardılları gibi hâlâ kâh bir şeytan kâh bir ideol gibi görünüyor.

Fransız tarihçi ve psikanalist Elisabeth Roudinesco, “Her Şeye ve Herkese Karşı Lacan” adlı yapıtında ünlü düşünüre yöneltilen temelsiz iddiaları çürütüyor. Yaşamının ve yapıtının önemli dönemlerini hatırlatmaya ve yorumlamaya çalışıyor.

Roudinesco, “Bugün ona ‘guru’ ya da ‘demokrasi düşmanı’ gibi alçaltıcı etiketler takanlar, Lacan’ı bu hiç benimsemediği şeylerle suçlarken, onun bazen kendine bile karşı gelerek bu değişim süreçlerinde yer aldığını unutuyorlar” diyor ve Lacan’ın zamanımızı önceden bildiğini, ırkçılığın, cemaatçiliğin, cehalet tutkusu ve düşüne nefretinin tırmanacağını, erkeklik ayrıcalıklarının azalacağını ve vahşi bir kadınlığın artacağını, deprosyana girmiş bir toplumun geleceğini öngörmüş, devrim ve aydınlanmanın çıkmazlarını, dine dönüşen bir bilime, bilime dönüşen bir dine ve sadece biyolojik bir varlığa dönüşen insana inanılacağını çok önceden haber verdiğini belirtiyor.

Roudinesco, Lacan’ın psikanalizi ve felsefesini anlatırken, düşünce sistemini ve yıllar içinde nasıl geliştiğini, yapıtında gerçeklik, delilik, cinayet, bilinç, aile ve birey, aşk ve kadın, özne ile nesne gibi kavramları nasıl ele aldığını da gösteriyor.

Lacan 1953 ile 1956 arasındaki ilk seminerlerinden başlayarak, bilinçdışını bir dil olarak ele almış, insan denen varlığın içinde durmadan onu varlığının üzerindeki örtüleri kaldırmaya sevk eden bir sözün yaşadığını göstermişti. Sonra bu düşüncelerinden, öznenin simgesel işlevin önceliğiyle belirlendiği bir özne teorisi çıkardı; öznenin eylem ve kaderini oluşturan başlıca öğeye de “gösteren” adını verdi. Lacan her zaman bir şeyle ve onun tersiyle uğraşıyordu: yasak ile yasağı delme, aile ile aile içi kavgalar, simgesel düzen (dil, gösteren, akıl) ile pattadak ortaya çıkan gerçek (heterojen olan, lanetli olan, delilik) ve son olarak imgesel kapılma (ayna) ile bundan koparılma (gözden düşmüş nesne). Sürekli olarak kendisinin buluşu olan üç öğeyi gündeme getiriyordu: imgesel, simgesel, gerçek. Marx’an artı-değer kavramını alan Lacan sonradan bunun psikanalizde karşılığının artı-keyif olduğunu gösterdi. Freud’unkinden farklı bir kaygı anlayışı geliştirdi. Kaygıyı ruhsal organizasyonun kurucu yapılarından birine dönüştürdü. Onun için kaygı, her türlü insan özelliğinin göstereni oldu. Gerçekliği gerçeküstü bir ressam gibi anlattı. 1966’da makalelerini bir kitapta topladı, Ecrits (yazılar) adını verdiği kitap bütün rekorları kıracaktı: Birinci cilt yüz yirmi bin, ikincisi elli beş bin sattı. Lacan bundan böyle övülecek, saldırılacak, nefret edilecek ve hayranlık duyulacak, ağırlığı olan bir düşünüre dönüşecek, sadece teamüllere karşı gelen bir pratikçi olarak kalmayacaktı.

Elisabeth Roudinesco, yaşamı ve yapıtını bir arada sunan benzersiz bir Lacan portresi çiziyor. Okuru, modern yaşamda önemli bir yer tutan, entelektüel bir serüvenin bilinmedik yollarında gezdiriyor.

Orhan Tüleylioğlu, MilliyetSanat

İZDİHAM