11 Mart 2016

Hatip Kışoğlu, Yusuf Üçlemesi

ile izdiham
Hatip Kışoğlu, Yusuf Üçlemesi
Bu yazı Temrin edebiyat Dergisi’nin 59. sayısında yayımlanmıştır. Semih Kaplanoğlu’nun Yusuf Üçlemesi filimleri ve genel sinema hakkındadır.

Gerçi suret-perest, taklit ile kendini âlim bilir;

Gerçekler âleminde biz onu câhil bilmişiz. / Fuzûlî

Bir bardak süt içip başlıyorum. Sütün, kanın ve pisliğin arasından akmasının lakin ikisine de nasıl karışmadığının sualini kendi kendime ve bardağa sorup tefekkür ederek.

Bardağın rengine bakıyorum, bir cevap. Sütün olmayışına bakıyorum, bir sual.

Sesten aşina aslında çocukluğum yağmura. Bir de ne vakit yağıp yağmayacağını bilsem… Arılar ne vakit bal yapar misal?

Rivayete göre, Hz. İbrahim (a.s) bir gün Rabbin’den arının baldaki hikmetini sual eder. Arının balı nasıl tatlandırdığını, çiçeğin yaprağının nasıl eridiğini, balın arıda ne bulduğunu… Rabbi Hz. İbrahim (a.s)e avucunu göğe doğru açmasını emreder. Halilullah elini göğe doğru açar. Sonra elini sımsıkı kapatması emrolunur. Halilullah elini yumruk yaparak sıkar. O sıra bir arı gelir ve İbrahim (a.s)ın yumruğunun etrafında birkaç tur atar ve çekip gider. Kudret (c.c) bu sefer İbrahim (a.s)ın yumruğunu açmasını buyurur. Halilullah yumruğunu açtığında avucunun ortasında bir parça petek, peteğin içerisinden bal avucuna taşmaktadır.

İbn-i Arabi nefsin, hayal (rüya) mertebesinde olduğunu söyler. Ya hiç rüya görmüyorsak?

Mürid eğer rüya göremiyor ise mürşidine koşup durumunu arz eder, yararlı şeyleri sual edermiş. Mürşidler müridleri rüya göremediklerinde Sure-i Yusuf okumalarını tavsiye ederlermiş.

Şimdi başlasam ne vakit biter bir hayalim. Ne sorayım kendime ki cevabı ben olsun?

Modern Sinema

İçinde bulunduğumuz yüzyıl itibari ile herşey gibi sinemada bir lüks içerisinde barındırılmaya zorlanmakta. Bu ‘lüks’ kavramından anlatmak istediğim para ve onun getirilerinden çok ‘haz ve zevk’ ile alakalı. Ne yazık ki modernitenin sinema ile yapmak istediği (aynısı edebiyat, müzik ve sair) insanın kavramak, düşünmek zorunda olduğu hakikate doğru yürümesine yardımcı olmaktan çok yürüyeceği veya birkaç adımla başlanmış yolu göstermemek. Hakikati birkaç vakitlik zevklere ve/veya ömrü boyunca sürdüreceği soyut hazlara hapsetmek için sinema artık daha çok öne itilmekte. Vesile olacağı bütün negatif tarzları insanların yaşamlarına empoze etmek için son raddesine kadar kullanmakta. Haczedilerek boşaltılan bir odadan geriye alacak başka bir şey kalmadığı için duvarları bile sökmek açlığı. Modern sinemanın insan ruhundaki amacı bu örneğe çok iyi uymakta.

Bu soygunun yanı sıra, boşaltılan odanın yeniden dolabileceğini düşünmesi ve bu düşüncenin onu delirtircesine eritip bitirmesi, modern sinemanın diğer bir sorunu. Boşaltılmış bu odanın yani insan ruhunun (bedene tabii olması hasebiyle) hızlı yaşama alıştırılması ve yeniden kazanılacak şeyleri görmesini engellemesi ise diğer bir uğraşı. Holyvud havsalası… Soğuk ve kuraklaşan insan hayatının israf çalışmalarına harcanması ve bunların sürekli çoğalması yüzünden aslında hiç dolmayan zamanının doluluğundan şikayet etmesi…

Başta Amerikan film sektörü olmak üzere bir çok kuruluş insanoğluna, söylediğimiz şeyleri ve daha fazlasını bir hap gibi yutturarak ezberletmekte ve sanki başka yol yokmuş gibi perdeler içinde yaşamaya zorlamakta.

Türk Modern Sinema

Ülkemizde de durum dünya geneli için arz ettiğimiz şeylerden farklı değil.

Lakin arz ettiğimiz şeylerden gayrı özellikle ülkemizin başka bir takım özellikleri var bana göre. Bunlardan en önemlisine değinmek istiyorum. Kaygı.

Ülkemiz için en önemli sorun diğer başka hiçbir ülkede olmayan ‘kaygı’ sorunu. Ve örnekleri var elbet. Batılılaşma kaygısı, inanıp-inanmama kaygısı ve sair. Sayabileceğimiz daha çok kaygımız var lakin ben üzerinde durduğum ‘Türk Modern Sinema’ konusu için verdiğim örnekleri açıklamakla yetineceğim.

a) Batılılaşma Kaygısı: Dilimize başka dillerden geçen neredeyse hiçbir kavramın (sözcüğün) anlamı üzerinde ülkemizin entelektüel kesiminin tamamı ‘anlamı şudur’ şeklinde bir karar bütünlüğüne şu zamana kadar varamamıştır. Bunun nedeni topraklarımızın konumunu tam olarak idrak edememekten kaynaklanmaktadır. Biz Batı mıyız yoksa Doğu muyuz, nereye göre ayak uyduracağız sorularının sorulduğu ilk zamanlarda ülkenin idari heyeti tarafından Batı kesiminden olmamız gerektiği kararlaştırılmış ve Doğu ile olan neredeyse tüm bağlar kesilmiş ve bilgi transferi Batı ile yapılmaya başlanmıştı. Batılılaşma işte bu karardan sonra kendini gösterdi. Dilimize artık Batı yakasından sözcükler gelmeye başladı. Gelen her sözcük geldiği yer gibi tabiri caizdir ikiyüzlü bir halde idi. Batılılaşmanın nasıl ülkemiz için kaygı olduğunun birçok yönden seyri mümkündür. Ancak bence temeli olan mevzuu gelen sözcüklerdir ve bu gelen sözcüklerin dürbününden seyre başladığımızda herşey daha açık şekilde anlaşılacaktır.

Sinemanın ülkemize nasıl geldiğine yukarıda anlatmak istediğimiz ve konu bütünlüğünün dağılmaması için uzun uzun açamadığımız (belki de konu asıl açamadığımız için dağıldı) cümleler ile değinmeye çalıştım. Ülkemizin sinema hakkındaki bilgisi aslında temelinde batılılaşma kaygısını taşımaktadır. Yani sinemayı anlamak için harcadığımız çaba içerisinde karşımıza çıkacak herşey batısaldır ve bu yüzden sözcüklerin aslında bize ne anlatmak istediğini tam olarak kavrayamıyor ve sonuca varamıyoruz. Mesela modern diyoruz ama neye göre modern? Yani kim modern, nasıl modern olunur ve benzeri.

Yapabileceğimiz bir şey olacaksa bu sinemadan önce kendi dilimizi (daha derli-toplu bir kelime kullanmak istersek ‘kendimizi’) bulmak olmalıdır.

b) İnanıp-inanmama kaygısı: Keşke böyle bir kaygımız olduğunu fark edebilsek. İçindeyiz ama tıpkı zaman gibi farkında değiliz bu kaygının. Ben inanıyorum ki böyle bir kaygıyı fark etsek zaten doğal olarak kalbimiz/fikrimiz buna bir tepkide bulunacaktır. Hakikate varacağını söyleyerek ve buna inanarak yola çıkacak herkesin hakikate muhakkak ulaşacağını net bir şekilde söyleyebilirim. Yani demek ki hakikate inanmaktan önce hakikate tam olarak varacağımıza inanmamız gerekiyor. Abdülhakim Arvasi Hz. söylediği gibi. “İnan, bir odun parçasına dahi olsa.” Bu sözün elbetteki şerhi vardır ama ana anlam itibariyle bize asıl inanılacak olana götürmesi için bir inanca sahip olmamız öğütlenmektedir. Evet, bu kaygıyı fark-etmiyoruz. Bu yüzden sinemamızda bir çıkmazda kalıyor bir başka yaniyle.

Sinemayı dışarıdan almamız bize farklı şeyleride yanında getirdi. Nereden aldıysak… Konuyu bir önceki maddeye döndürmemeye çalışıyorum, bu yüzden daha soyut konuşacağım. Sinemayı başka yerlerden almakla o yerlerin örfünü-adetini ve en önemlisi dininide almış bulunduk. Çünkü alır-almaz sinemayı kendi bünyemiz ile ilgili şeylerle donatmadık. Neredeyse olduğu gibi kaldı. Suret bizi kandırmasın. Amacımız siret.

Ve ülkemizin sinemasınında dünya geneli için arz ettiğimiz şekilde olmasının bir başka nedeni. Hediyenin poşetine hayranlığımız. Poşete kıyamadığımız için asıla/çekirdeğe ulaşamamamız. O çekirdeğe ulaşabileceğimize inanmak…

Fakat çizdiğimiz ‘Türk Modern Sinema’ portresi elbette hep böyle gidecek değil. Gitmiyorda şükür… Başta Nuri Bilge Ceylan olmak üzere, sinemanın yollarını bizim tarafımıza çeviren çok değerli yönetmenlerimiz var. Şimdi ise yazımın aslına dönerek bir diğer değerli yönetmenimiz Semih Kaplanoğlu’nun Yusuf Üçlemesi filmlerine adım atıyorum.

Bal – Üçüncü Film

Aslında Bal son film lakin filmlerin hepsini izledikten sonra şu bir şey dikkatimi çekti. Bu filmler ikişer defa izlenmeli. İlk izlemede Bal’dan, ikinci izlemede Yumurta’dan başlanmalı. Ve kendi anlama kuvvetime göre ilk film olarakta Bal’ı seçtim. Bunda arılarında benim üzerimde etkisi var elbet. Arıların dünya yani bizim için önemi ve onların bize sunmak için vesile olduğu bu güzeli ilk sıraya koymak borçtur benim için.

Bal. Bir ayet. Tat, yakıcı ama iyileştirici. Zor bulunan, zor anlatılan…

Yusuf. Her ismin anlamı itibariyle insan üzerinde bir etkisi vardır. Şahsın kişiliğinin belirlenmesinde isim ilk sıralarda gelir. Kaplanoğlu’nun bu ismi seçmesinin elbetteki bir anlamı var. Peki ne?

Semboller üzerinde yoğunlaştığımızda, varlık bilgisine bizi ulaştırabilecek şeylerden birinin semboller olduğunu anlayabiliriz. Birer işaretçidirler. Yusuf’un sembolü ise rüyaları.

Yazımın başında da değindiğim İbn-i Arabi’nin sözünü tekrar anmamız gerekiyor. “Nefs, hayal mertebesindedir.” Yusuf’un nefsi onu nerede bırakıyor? Bunun cevabı Yumurta filminde elbette. İlk film lakin aslında son filmde. Yusuf’un üzerine saldıran büyük köpek ve Yusuf’un ondan kaçmaya çalışması, kaçamaması, anlaması ve ağlaması. Necip Fazıl’ın dediği gibi. “Ağlamadan, anlayamazsınız.”

Enver Gülşen Hakikatin Sineması adlı kitabında Yusuf’un Yumurta filminde son kriz anından sonra rüyalarının bittiğini söyler. Yani ondan bir müddet önce köpeğin üzerine rüyasında saldırmasiyle. Son rüyası Yusuf’un… Nefsinin onu bırakması.

Bir âlimin nefsini yenerek onu vücudundan çıkardığında, nefsini bir köpek şeklinde görmesini düşünelim…

Rüya Yusuf’a şunu göstermiştir bir nevi… Nefsini yen, yenemiyorsan onun esiri olursun, ancak ağlarsan ne yapacağını anlayabilirsin

Ve Bal’a dönelim. Yusuf, babasının ölümünü ve babası etrafında gerçekleşen bir çok olayı rüyalarından sezmektedir. Filmin başladığı an aslında biz Yusuf’la birlikte bir rüyaya başlıyoruz. Bir kopukluk var sanıyoruz, sonuçta Yusuf rüyasının içinde olmasına rağmen babası ile geziyor, bal toplamaya gidiyor ve sair. Oysaki yine rüya içinde olduğumuzu fark ettirecek bir sürü şey görüyoruz. Bunlardan en önemlisi Yusuf’un tahtadan gemiyi babasına sorması ve babasının “o gemi çoktan denize açıldı” cümlelerini kullanması…

Yusuf o gemiyi hiç almıyor eline veya arkadaşına onun kalbini kırdığı için götürüp hediye etmiyor çünkü hiç kırmıyor aslında arkadaşının kalbini. Sürekli bir rüya hali içindeyiz Yusuf’la…

Rüyayı gören eğer rüyada olduğunu fark ederse rüyayı istediği gibi düzenleyebilir-miş. Ve Yusuf rüyasında olduğunu da fark ediyor farkında olmasa da. Herşeyi kendi istiyor. Evet, babasının ölmesini de. Ama babasının ölümü zaten olan bir şey. O sırada Yusuf uyuyor. Bizde Yusuf’la…

Peki Yusuf nasıl yönetiyor rüyasını. Bunun en belirgin halinide sınıfta görüyoruz. Çalışkan öğrencilere takılan kırmızı rozet bir cam fanusun içinde. Cam fanus düşmek üzere ve bir arı uçuyor daha doğrusu biz cam fanusa baktığımız sırada arının sadece sesini duyuyoruz. Biz fanusa bakarken aslında Yusuf’un gözüyle bakıyoruz. Aslında Yusuf kendi gözüyle kendi rüyasında kendine bakıyor. Bizim Yusuf’un gözüyle baktığımızı ise annesinin ayak bileklerine baktığımızda fark ediyoruz. Ve kamera yani Yusuf’un gözleri en sonunda annesinin yüzüne doğru kalkıyor. Bizde annenin yüzünü görebiliyoruz.

Evet cam fanus içinde kalan tek rozetle düşmek üzere dururken ve Yusuf rozeti istiyorken, öğretmen eliyle fanusu yerine doğru geri itiyor.

O kadar garip ki, bu tabii rüyanın özelliği. Yusuf istese hemen rozeti rüyasında olduğu için takabilir öğrenmeninin vesilesiyle ama bunu yapamıyor. Yani babasının ölmesi gerekiyor Yusuf’un rozeti takması için. Neden peki?

Çünkü film Yusuf’un uykuya dalması ile bitiyor ama aslında orada başlıyor diğer film. Yusuf takdir-i İlâhi’ye, babasının ölmesine karşı gelemeyeceği için engelleyemiyor babasının ölmesini lakin rozeti takmasıda takdir-i İlâhi değil mi diyebilirsiniz…

Muhakkak öyle fakat şunu unutmamak lazım. Eğer hem uyuyor hem rüya görüyor hem de o sırada dışarıda siz uyurken bir hayat yaşanıyorsa siz ancak rüyanıza karar verebilirsiniz Kudret (c.c)in izni ile.

Yusuf uyuyor ve babasının ölmesini yanında da kendi hayatını babasiyle birlikte görüyor olabilir lakin Yusuf uyurken dışarıda bir hayat var ve babası o hayatta gerçekten ölüyor.

Bu anlattıklarımdan gayrı bir de Yusuf’un neden tek başına iken yazıları okuyup başkalarının yanında yazıları okuyamadığını düşünün…

Mesela siz neden rüyada konuşursunuz da ağzınız çalışmaz? Kulaklarınızın duyduğunu sanırsınız?

Süt – İkinci Film

Bağlam.

Süt filmi, hem Yumurta’nın hemde Bal’ın tam ortasında bulunmasına rağmen aslında ikisini de içeren, içinde barındırdığı iki filminde ilerleyebilmesi ve birbiri ile kafa-kafaya gidebilmesi için bir yol misali.

Kaplanoğu surette farklı lakin sirette aynı Yusuf’u çıkarıyor karşımıza… Babası Yakup’tan miras kalan bir Yusuf var bahsedebileceğimiz… Felçleriyle, şiiriyle, annesiyle… (annesi?)

Aslında Yusuf’un annesinin sureti üç kez değişiyor filmlerde. En belirgin değişikliği ise bizzat Süt filminin başında görüyoruz. Babasının ölümünden sonra Yusuf’un annesi ile neler yaşadıklarını tam olarak bilmiyoruz fakat ‘yılan’ sembolü ile Kaplanoğlu bize bir şeyleri sezdirmeye çalışıyor.

Peki ‘yılan’ sembolünden ne fikredebiliriz? Bu elbet zor bir sual lakin kendimizce birkaç yolu izleyerek az-çok fikre ulaşabiliriz.

Filmin daha ilk dakikalarında Yusuf’un annesinin içine giren yılanın çıkartılması ile ilgili sahne, kocasının ölümünden sonra kadının içinde bulunduğu durumun en açık göstergesi. Yılanın sokması ile vücuda geçebilecek zehir metaforundan daha da ileride bizzat zehrin vesilesini ele alan Kaplanoğlu, kadındaki kadınsal muallakanın kördüğümünden bizlere bahsetmekte ve bunun kurtuluş yolunu süt ile göstermekte. Sütünde bir metafor olduğunu ve açıklanması gerektiğini unutmamak gerek.

Yazımın başında bahsettiğim sütün nereden ve ne şekilde geldiğini hatırlarsak, ölüm ile yaşamın kadın üzerindeki bıraktığı kıskacı görebiliriz. Ölüm kan ile, yaşam pislik ile eşitlendiğinde kadının bu ikisi arasından hayatına süt ile kavuşabildiği anlaşılmakta. Süt Yusuf’un annesinin kurtulması için tek yol gibi… Kaplanoğlu daha sonra bir evlilik ile başka bir yol daha koyuyor önümüze.

Yusuf Üçlemesi’nde şunu genel olarak unutmamak lazım; biz Yusuf ile birlikte Yusuf’un hayatındaki önemli kişilerin yaşamlarını izliyor ama bir yandan da Yusuf’u yaşıyoruz. Sanki Yusuf’un yaşaması için bizim olmamız lazım gelmekte.

Ve Yusuf’un üst üste yaşadığı sıkıntılı devre filmin geneline yansımakta. Askere gidemeyecek olması, annesinin başkası ile evlenecek olması ve sair.

Ben genelden çok biraz daha ayrıntıya inmekle çözümlemeye çalışacağım filmi.

Yusuf’un hayatında etki eden en önemli karakter Süt filminde, muhakkak ki şiir yazan ocak işçisi arkadaşı. (diğer karakterlerin isimlerini vermek istemememin bir nedeni var elbet) En sonunda zaten onun yanında olduğunu veya onun olduğu yerde bulunduğunu biliyoruz.

Ama işçi arkadaşından daha çok Yusuf’u alan olarak kısıtlı bir zaman içerisinde kalsa da bence öğretmeni etkiliyor. Öğretmenleri Yusuf’un hayatında sürekli bir basamak gibi. Onları çıkmadan amacına ulaşamıyor zira. Bunu Bal’da da açıkça görüyoruz. Yusuf bir yenilgi içerisinde bulunmak istemiyor ve karşısında sürekli bir öğretmen sembolü ile karşılaşıyor. Onu geçmesi, kendi eli ile ortadan kaldırması zorunluluğunu hissediyor kendisinde. Ondan kazanabileceği bir şeylerin olması düşüncesi…

Filmlerin genel olarak tersten izlenmesi gerektiğini vurgulamıştım. Bundan ayrı olarak filmler kendi içlerinde de bir tersten izlemeye tabi tutulmalıdır. Bunun en belirgin özelliği ise yine Süt filminde.

En son karşılaştığımız kareler aslında bir sonraki filmin başını bize haber vermekte bu da doğal olarak çekim sırasına göre bir önceki başlangıcı göstermekte.

Yusuf’un başındaki ışıklı kaska doğru yaklaşan kadrajın anlatmak istedikleri…

Işığın çok bol olması, orada ışığı siler…

Görüntü çoğalınca veya ses, orada artık sesten ve görüntüden eser kalmaz. Mesela dünyanın kendi etrafında dönüşünde çıkardığı bir ses vardır lakin biz onu duymayız. Melekleri veya cinleri göremeyiz. Bunların hepsi bizim için olan sınırın üstünde kaldıkları içindir. Bizim sınırımızın altında kalanlarda var elbet.

İşte bu sınır meselesi Süt filminin aslında Yumurta filminin genel teması.

Sınırı aşmamak veya geçilen sınırdan geri dönülmesi. Pişmanlık belki… Belki…

Yusuf’un annesinin sıkça hayatlarını süt imgesi üzerinden kazandıklarını ve süt ile haşır-neşir olmasının önemini hatırlatması aslında bir nevi süte olan vefa borcunu ödemek olarakta düşünülebilir. Bir hayat kurtarma metaforu süt. Kurtulma. Karışmama. Yeni olana, güzel olana ulaşma.

Ve üniversiteye hazırlanan kız. Yusuf’un kitapçıda karşılaştığı ve Yumurta filminde daha da açıkça göreceğimiz, bence bizzat Yusuf’un kendisini bulduğu bir karakter bu kız. Yumurta filminde akrabası olarak karşımıza çıkmasıda ayrı bir mevzuu. Tabii bu arada genel olarak şu kafa karışıklığını yaşıyoruz. Bu kız her ne kadar iki filmde aynı sanatçı tarafından olarak canlandırılsa da aslında aynı kişi değiller. Tıpkı Yusuf gibi. Ama yine tıpkı Yusuf gibi aynı siret, aynı söz ve aynı dil. Güven özelliği iki kızda da var. Yani şöyle tarif edersek daha iyi anlatmış olabiliriz söylediklerimizi.

Gözler. Bir van kedisinin gözlerini düşünelim. Farklı renkte ama aynı görüntüye bakarlar. Bu onların ayrı olmadığı anlamına gelmez elbette lakin aynı şeyi görmek için ayrılamadıkları da bir gerçektir. Farklı yerlerdedirler ve farklıbakış açılariyle bakarlar fakat ne ayrıdırlar ne aynı. İşte Yusuf Üçlemesi’nin karakter yapıları bu örnekteki gibidir.

Üniversiteye hazırlanan kızın Yusuf’ta sıkışan bir duyguya karşılık vermesi de var tabii.

Aşk.

Bu sezilmesi kolay olan bir şey gibi görünebilir ama aslında modern bilginin verdiği aşk değildir bu. Ulaşamama, hatta yok gibi görme ile doğru orantılıdır bu aşk. Sonunda ayrılamama da var. (burada bir çıkış bulabileceğimi sanmıyorum)

Ve bir karakter üzerinde daha durup Yumurta filmine geçeceğim.

Yusuf’un annesinin evlenmesine vesile olan Yumurta filminde Yusuf’un annesi olan yaşlı kadın. Van kedisinin gözleri örneğini unutmayalım. Çünkü Yumurta filmine doğru karakterlerin açıklanması git gide zorlanıyor. Rüyadan uyanma vakitleri. Ama rüyada iken rüyadan ayrılmama vakitleri de ayrıca…

Bu yaşlı kadın bir kahve kapatıyor, fal için mi bilinmez. Yusuf bu kahvenin falına şöyle bir göz gezdiriyor. Anlamsız gibi bırakıyor. Bir daha yaşlı kadın hakkında film içerisinde pek bir ayrıntıyı göremiyoruz.

(bir an nedense tüm görüntülerin içeriğini anlatsam da bir fayda veremeyeceğimi düşündüm (bu sıkıntı değil yanlışanlaşılmasın) bu yüzden bazı noktalarda uzun uzun fikrime kalan anlamların dışında sadece düşünmek için sorular sormakla yetineceğim)

Fal veya kahve. Kırk yıllık bir hatır. Hatırı sayılır bir görüntü. Yusuf’un annesi olarak bu yaşlı kadını tanıması, kabullenmesi ama zahiren… Kalbi ile bu yaşlı kadını annesi olarak gördüğünde ise rüyadan uyanacak zaten. Bunları Yumurta filminde görüyoruz ama Süt filmi Yumurta’nın başı unutmamalıyız.

Ve Yusuf’un bir adamla mutfaktaki yılanı arayıp bulamamaları. Daha sonra Yusuf’un yılanı görmesi ama annesine olan siniri yüzünden yılana dokunmaması.

Yusuf’un karakterindeki negatif yönleri Süt filminde açıkça görmekteyiz. Peki, Yusuf’un yılana dokunmaması acaba gerçekten annesine olan sinirinden mi yoksa Yusuf’un yılandan korkmasından mı?

Süt yılanı kendine çekiyor, Yusuf sütü… Yusuf’un süte ne kadar çok değer verdiğini sütü satmak için çektiği sıkıntılardan anlıyoruz ve hatta satamadığı için bir kriz anına motorsiklette yakalanması olayı…

Bal’da Yusuf için çok önemliydi. Yoksa babasının kendilerinden ayrılmasına izin vermezdi rüyasında. Bal’a ulaşması gerekiyordu. Çiçeklerin tatlarına ve adlarına ulaştığı gibi.

Yumurta – Birinci Film

Yusuf artık neredeyse içinde bulunduğu bataklıklı kuyuda son çırpınışlarını yapıyor. Son nefeslerini alıyor gibi. Ama hiçte düşünmediğimiz bir şekilde Yusuf’un kuyusu su ile doluyor ve serbest kalıyor, hakikate doğru ilk adımlarını atıyor. Bir rüyadan uyanış.

Yumurta filmi isminden de anlaşılabileceği gibi, bir sırrın ortaya çıkması ile alakalı. Yusuf’un içinde kaldığı kuyunun içindeki sırrı ortaya çıkarması ile…

Halat yapan ustanın Yusuf’a yardım etmesi… Yusuf’un rüyadan uyanması için neden halat makinası gerekliydi?

[Bir şeyi-de unutmamak gerek. Yusuf’un babası kendi yaptığı halatla mı ağaca çıkmıştı ve biz neden film boyunca Yakup ile ağaçta asılı kaldık?]

Çünkü rüyayı bozan şeyin önceden bir şeyleri bozmuş olması gerek-miş rüyanın içinde. Halat makinası Yusuf’un rüyasında babasına karşı duyduğu sevginin ilk çıtırlarında gözlerinin kadrajı içindeydi. Bal’da babasının kendi sıra arkadaşına bir şey (Yusuf bu şeyi tahtadan gemi sanmıştı elbet) vermesi sonra Yusuf’un tahta gemiyi hep bulduğu yerde bulamaması olayı…

Üniversiteye hazırlanan kızın Yusuf’u etkilemesi. Bu etkilemesinin nedenini Süt filminde anlatamamış idim. Sonra kızın, geri dönen Yusuf için başkası ile olan birlikteliğinden sıyrılması lakin tam olarak kopamaması. Burada kızın karakteri hakkında derin bilgiler elde etmiş oluyoruz aslında.

Yusuf’un nefsi (köpek) ile karşı karşıya gelmesi. Nefsini bilmesi, Rabbi’ni bilmesine doğru giden yola girmesi…

Ve filmin sonunda her ne kadar yağmurun yağdığını düşünsekte aslında bize gösterilmediği için şunu anlamamız daha uygundur. Rahmetin yağması…

Yusuf’un daha küçükken babasını namaz kılarken izlemesinin sırrına varması…

Filmin başındaki kadın ne anlam ifade ediyor peki? Pornografik bir simge olmasının ötesinde Yusuf’un kadınlar hakkında (üniversiteyi kazanmaya çalışan kız) ne öğrendiğini çok iyi anlatmakta bu kadın.

Bir nevi yumurtanın kabuğu. O sert, kırılmaz kabuğu aşmanın Yusuf’un fıtratında bulunması.

Üniversiteye hazırlanan kızın kadrajda yanında olduğu nar ağacı ile Yusuf’un Süt filmde annesinin yanında olan nar ağacı arasındaki bağı Yusuf’un yine Süt filminde nar yemesi ile nasıl açıklayabiliriz? Annesinde olan bağın bu kızdada olması ve Yusuf’un kızın yanında kalması… Yaşlı kadının Yusuf’tan belki annesini başkasıyla evlendirerek elinden alması lakin ölümünden sonra da annesi gibi bir kadını Yusuf’a bırakması…

Enver Gülşen ayrıca Yumurta’nın başındaki yaşlı kadının yürüyüşünü Türkiye’de çekilmiş en iyi sahne olarak görür ve şöyle demeye getirir: “Bir kısa film olarak çekilseydi bundan daha güzeli zor olurdu.”

Yusuf Üçlemesi Bütün

Bu filmlerin genel itibari Türk sinemasında bir kırılma oluşturduğu kesin. Semih Kaplanoğlu’nun sinemayı çok iyi anladığını ve yeni anlamlandırmalara tabi tuttuğunuda çok net bir şekilde görmekteyiz.

Hakikati edebiyat gibi dile başvurmadan, dilden sıyırarak ortaya koymakta.

Bir çok sanatın dini/manevi diye ayrımı yapılıyorken sinemanın hakikatin yolunu bizzat içinde taşıdığını Semih Kaplanoğlu çok iyi fark etmiş ve bunu ortaya koyduğu bu üç filmle çok iyi anlatmış durumda. İçinde olduğumuz fakat farkında olmadığımız zamanın parçaları olan an kavramını Yusuf Üçlemesi’nde dikkatle incelediğimizde;

Ebediyet ve an arasındaki bağ

Zaman aracılığı ile hakikat deneyim

Sonsuzlukla ilişki kurma yöntemleri

Zamanın tekrarlanmamasının zamanı önemli kılması

Zaman basıncının tıpkı gerçek hayattaymış gibi filmin içinde hissedilmesi

Her anın aslında bir önceki andan ayrı olmadığı ama ayrılabilir olduğu karşımıza çıkmakta.

Ayrıca Enver Gülşen’in “Kurgu sinemaya sansür yapar” sözünü hatırlarsak, Yusuf Üçlemesi’nde yaşanılanların gerçek hayattaymış gibi yani kurgusuz bir şekilde gösterildiğini fark edebiliriz.

Sonuç itibariyle Yusuf Üçleme’si bir filmden öte, sinemadan ziyadedir.

Belki benim eksiğim olarak görülebilir lakin Yusuf’un kuyuya vuran gölgesini ben neden göremedim? Yusuf gölgesi rüyalarda görünmüyor mu yoksa?

Hatip Kışoğlu, Temrin Dergisi

İZDİHAM