14 Mart 2016

Hatice Çay ile röportaj

ile izdiham

HATİCE ÇAY İLE SÖYLEŞİ:

“BANA GÖRE ŞAİR BİR ÇOCUK GÖZÜYLE BAKAR.”

Söyleşen: İsmail Demirel

 

Hatice Hanım öncelikle sizi tanımak isteriz?

22 eylül 1990 tarihinde Bursa’da açmışım hayata gözlerimi. Sonra ondokuz senem orada geçti. Özel olarak belirtmek gerekirse Bursa Anadolu Lisesi’nde tamamladım eğitimimi. Orada güzel dostluklarım oldu, çok farklı çevrelerle iç içeydik bu da bize görüş zenginliği kattı. İslam’a hep içeriden bakmıştım o zamana kadar, ama orada İslam karşıtı çocukların zihin yapısını da tanımış oldum, eleştirileri neye göre belirlediklerini, yaşam biçimlerini öğrendim. Sonraki yaşamımda bu tecrübelerin faydası çoktur. Altı senedir İstanbul’dayım, Marmara Matematik’ten mezunum. Teorik Matematik üzerine çalışmaya devam ediyorum.

 

 

Hatice Hanım, Matematik biliminde yüksek lisans çalışması yapıyorsunuz. Bilimsel çalışmanızın şiirinizi, sanatınızı besleyen yönleri var mıdır? Yoksa akademik çalışma şiiri boğuyor mu?

Benim için besleyen bir şey. Beyin tek bir şeyle meşgul olunca sıkılması kaçınılmaz oluyor. Ne kadar çok çeşit verirsek, çalışma düzeni ve rahatlığı o kadar artıyor. Tıpkı yaşamımız gibi. Her gün aynı işi yapan insanları bir düşünün, monotonluktan şikâyet ederler ve tatile çıkmaya can atarlar. Neden? Çünkü orada farklı bir mekân, farklı aktiviteler, belki yüzme, bisiklete binme, yürüyüş yapacaklar ve böylece mutluluk duyacaklar. Efendimiz s.a.v. nin de bir hadisi vardı: “İki günü bir olan ziyandadır.” Bazen benzer çalışmalar yapanların yorumlarını okuyorum neredeyse matematiğe lanet edecekler. Acaba bu kadar nefret ettikleri şeyi ne için yapıyorlar? Allah’a şükür benim için öyle değil. Sevmeseydim kimse bana zorla bu işi yaptırtamazdı. Şiir benim için her zaman bir penceredir. İçim sıkıldığı vakit başına koşup açtığım hava alınca kapattığım. Akademik çalışmanın belli bir yoğunluğu var elbette. Günlerce uykusuz kalabiliyorsunuz, çalışmalarınız bazen sonuçsuz olabiliyor ama bunun şiire yansıdığını sanmıyorum. Şiir çalışmakla olmuyor, ben buna inanıyorum. Bir ilham geliyor yazıyorsunuz, zaten o sözleri siz uydurmuyorsunuz böyle de ilginç bir şey. Ama beğenilmeyen metinlerin üzerinde çalışıp da beğenilir bir şiir hâline getirebildiğim hiç olmadı. Öyle metinleri direkt sildim attım. Onlar şiir değildi çünkü. Şiir bir gelir, size kendisini yazdırtmadan sizi rahat bırakmaz, zihninizin içinde döner durur, yazayım da kurtulayım şundan der mecburen dökersiniz kâğıda. Bazen hiç gelmez, aylar geçer gelmez. Gelmeyince de yazmamak lazım.

 

Şiirlerinizi çokluk Yedi İklim dergisinde okuduk. Fakat öncesi de vardır muhakkak. Nasıl başladınız şiire? İlk şiiriniz nerede yayınlandı?

Şiire başlamam çok öncelere dayanır. Yedi sekiz yaşlarındaydım, Necip Fazıl’ın Çile kitabının eski bir basımını buldum kitaplıkta. “Kaldırımlar I” şiirini okudum. Okuduğum ilk sarsıcı şiir buydu. Kendi hayatımın bir parçasını buldum onda. Sonra benzer şeyler yazmaya başladım. Dergilere gönderme dönemi ise üniversite ikinci sınıfta oldu. O zamanlar dergilere herkesin şiir gönderebildiğini bilmiyordum. Bir şekilde herkese ulaşmasını istiyordum. Bir gün liseden hocam şiirlerimi sosyal medyada okudu ve “çok güzel yazıyorsun, dergilere gönder” dedi. İlk olarak Sivas’ta yayınlanan Poyraz Edebiyat’ta şiir yarışması birincisi olduğum için yayınlanmıştı şiirim. Daha sonra Cihat Albayrak’ın genel yayın yönetmeni olduğu Hayal Bilgisi’nde çıktı. Yedi İklim’i biliyordum, fakat mail adresini bilmiyor ve ne diyerek göndereceğimi düşünüyordum. Bir gün Bihter Şeyma Haksal’a Facebook üzerinden mesaj gönderip sordum. Ondan aldığım mail adresine gönderdim şiirlerimi. İlk cevaplar olumsuzdu. O dönemde pek çok dergiye de gönderiyordum şiirlerimi. Çoğunluğu hiç cevap yazmıyordu, sanırım okumuyorlardı. Şiirlerimi eleştirtmeyi çok severim, o zamanlar da Cafer Keklikçi’ye gönderiyordum, sağ olsun bana çok faydası dokundu. Şiiri ince eledi sık dokudu. Sonra Ali Haydar Haksal hocamla mailler üzerinde sıkı bir çalışma yaptık. Şiirde fazlalık atmak nedir bunu öğrendim. Yoksa başta belirttiğim gibi şiir çalışılan bir şey değildir aslında bir keşiftir. Bütün bu sebatın sonunda Yedi İklim’e girmeyi başardım. O dönemde bir şiirimle Dergâh’ta yer aldım. Sonra Yedi İklim’de karar kıldım.

 

İlk kitap… Kırmızı Konfeti… Hayırlı olsun. Kitabın çıkış hikâyesini dinleyebilir miyiz sizden? Nasıl vücud buldu?

Teşekkür ederim. Hiçbir yerde yayınlanmamış on dört şiirim vardı. Açıkçası onları kitabım için saklıyordum. Yedi İklim’de yayınlanmış olanlar içinde de bir eleme yaptım ve onüç şiir de oradan çıktı. Bakanlığın bir kampanyası vardı, yazarlara destek diye fakat başlangıçta yüklü bir meblağ yani beş bin tl ödemeniz gerekiyordu. Sonra Ali hocamlarla görüştük ve Yedi İklim tarafından basılmasına karar verildi.

 

Ölüme Sesleniş şiirinde “ey sevgili ölüm canım ölüm….Gel seni bekliyorum doğduğumdan bu yana” diyorsunuz. Mevlana’nın düğün gecesi, Necip Fazıl’ın bayram, Erdem Bayazıt’ın “ne yakın ne uzak bize ölüm” demeleri geldi hemen aklıma. Nedir şairin ölümle imtihanı?

Şunu söylemekten çekinmeyeceğim hayatımda ilk defa dört yaşımda iken ölmek için dua etmiştim. Şöyle bir bakış açısı var: Yaşadığı hayatın kıymetini bilmiyor, nankörlük ve şımarıklık yapıyor, hayat ona fazla geliyor isyan ediyor ve ölmek istiyor.

 

Ben de bu bakış açısına diyorum ki: Hayır. İnsanı bu hayata ne bağlar biliyor musunuz? Sevgi. Değer görmek. Bugün anlattığım birçok insanın, alay ettiği, acıdığı ve küçümsediği bir durumu ben gururla söylüyorum ki: Benim babam yok. Var ama yok. Annemle ben kırk günlükken ayrılan bir adam ve o gün bugündür beni de silmiş birisidir. Benim için de öyle biri hiç olmadı. Yıllar sonra ben ondokuz yaşındayken gelip komşular aracılığı ile söylettiklerinden sonra iyi ki de tanımamışım diyorum. Ölüm bilinci bana küçük yaşlarımda aşılandı. Anneannem İslam’ın şartlarını ben daha okuma yazma bilmezken ezberletmişti bana. İki buçuk yaşlarımda ise en sevdiğimi yani dedemi kaybettim. Her Cuma mezarına giderdik. Onun yanına gitmek isterdim. Mezarı başında olan biten her şeyi anlatırdım. İçim o kadar rahatlardı ki… Fatiha’yı da ezberlemiştim okurdum ruhuna. Beni sarmaladığını hissederdim. Bazen dünya o kadar boş ve anlamsız geliyor ki gerçek hayata Allah’a kavuşma arzusu insanı kaplıyor. Haksızlığa uğradığımızda bir iftiraya uğradığımızda en büyük arzumuz Allah’a kavuşmak. Çünkü Onda sonsuz merhamet var. Sonsuz kuşatıcılık, sevgi var. Ölümde acıları alan bir şey var. Maddi ve manevi tüm acıları söküp alan bir şey. Şayet amelimiz kötüyse korkunç azabın başlangıcı olacak tabi, bu boyut ile hiç düşünmedim. Ölüm benim için en büyük sevgiliye, aşkını bir kalbin kaldıramayacağı sevgiliye ulaştıran geçiş kapısı.

 

Şiirlerinizde kalp kelimesinin çok sık geçtiğini gördüm. Nedir şairin kalbe yüklediği anlam?

Kalp çok hassas bir organ. Şeffaf bir huni. Acı ya da hüzün vaktinde burkuluyor, işte o zaman içindeki kaynar sıvı damarlara doğru yükseliyor sanki. Tüm göğsü kaplayan dayanılmaz bir sıcaklık oluşuyor. Bazense ağıziçi uçukları gibi uçuk çıkıyor sanki kalpte. Kalp boydan boya bir uçuk gibi oluyor. İnsanın özü kalptir aslında. Sevinç vaktinde kalp bir kafese benzer. İçinde milyonlarca kuş aynı anda kanat çırpar. Dua ettiğimizde, Teravih namazlarında, Ramazanlarda, Kadir gecesinde ya da rikkat anlarında soğuk bir su ile doludur. Onu kim böyle doldurur kim değiştirir? “Ey kalpleri evirip çeviren Allahım! Kalbimi dinim üzerine sabit kıl.” Diye dua ediyormuş Efendimiz s.a.v.. Demek ki kalp bizim Allah ile bağ kurmamızı sağlayan yegâne organımız. Onda bir bozukluk oldu mu her işimiz bozuk, o sıhhatli ise her işimiz düzgün gidecektir. Bir hata yaptığımızda, birilerini kırıp zarar verdiğimizde ya da gıybet ettiğimizde kalbimiz sancır. Kalp bizi uyarır, hata ediyorsun der. Bazen onun sancısı öyle yükselir ki insan konuşamaz, sanki dili bağlanır. Bir başkası bizim hakkımızda kötü düşününce de, gıybet edince de kalp bunu hissediyor. Derin bir acı oluşuyor, kim olduğunu anlamasak da kötü bir şey olduğunu anlayabiliyoruz. Allah kalplerimize selamet versin.

 

Yetim Hasan’a “bana bir kalp bağışla” diye sesleniyor şair. Ne oldu kalplerimize?

Orada mısranın tamamı şu şekildeydi: “bana bir kalp bağışla/ çürüğe çıktı bende kalp denen şey”. Yetim Hasan’ın kalbi çok temiz ve saf. Hiç kötülük düşünmüyor, art niyetsiz bir çocuk. Tahmini olarak dokuz on yaşlarında. Şairse orada mahcup ve pişman, kalbinin çürüdüğünü söylüyor yani; kötü düşünmemesi gerekirken nasıl düşünebildi? Safiyeti bozuldu kalbinin, kalpte olması gereken mana yitti. Yaptığı hatalar yüzünden Allah ile arasına perdeler indi. Kalbini tekrar Allah’a ulaştırmak isteyen şair temiz bir kalp istiyor ve bunun için Hasan’a sesleniyor. Şayet bir gün kalplerimiz Hasan’ın ki kadar temiz olabilirse iki cihanın mesudu biz oluruz.

 

“İnsan acıya durmadan yenilendir” diyorsunuz. İnsanın kaderi midir acı?

İnsan zayıftır, acizdir. Her ne kadar güçlü olduğunu iddia etse de, en ufak bir acıda gardını düşürür. Kendisinden kudretçe üstün olan Allah’a daima sığınma ihtiyacı içindedir. Acı her insanın kaderinde vardır. Bazılarında evlat, bazılarında eş, bazılarında yurt acısı…

 

“Benim gözlerim göz değil bakmışsa kinle” diyorsunuz. Şair gözü nasıl bakar?

Her şair nasıl bakar bilemiyorum ama bana göre şair bir çocuk gözüyle bakar. Tabiatın değişimlerine bir çocuk nasıl heyecanla karşılık veriyorsa şair de o derecede heyecan duyar. Gün batımı, güneşin doğuşu, rüzgârın esmesi, yağmurun yağışı, kar… Her biri bir şair için olağanüstü şeylerdir. Bir çocuk nasıldır? Kandırılmaya müsaittir ve saftır değil mi? İşte bir şair de saftır, kurnazlık düşünemez, istese de düşünemez zorlasa da düşünemez. Kolayca kandırılır. Şairin bakışında hüzün ve merhamet vardır. Benim maalesef ki en sık karşılaştığım soru: “Gözlerinde bir hüzün var, dikkat ettik bu hep böyle, sanki hemen ağlayacakmışsın gibi, gülerken bile gözlerinde hüzün var, neden?”

 

Bu sorunun cevabını bilmiyorum. Ama çok sık ve farklı ortamlarda rastladığım bir sorudur.

 

Ebabiller Saklıyorum Eşarbımda şiirinde 28 şubat sürecinin bir yansıması olan başörtüsü yasaklarına değiniyorsunuz. İnsanların, siyasetin başörtülülere karşı muamelelerini yansıtmışsınız. Slogan atmadan, marş formuna kaymadan, ağlamadan içli bir sesle bu meseleyi tasvir etmek ancak ironi ile olurdu. Nitekim siz de ironik bir dille söylemişsiniz. Neler söylemek istersiniz?

Doğrusu bu şiiri yazmamı gerektirecek hadiselerin yaşanmamış olmasını dilerdim. Toplum dediğimiz zaman çeşitlilik gelir akla. Tek çeşitten bir toplum oluşturamazsınız ancak bir grup meydana gelir. İnşallah o dönemler yeniden yaşanmaz. Hâlâ bu zihniyetin nesilleri var, üzülüyorum. O dönemde ablalarımız vardı, yasak bize bir hançer gibi saplandı. Biz de o dönemin takipçileriydik ve hüsrana uğrayanlardandık. O dönemin ve peşi sıra gelen dönemlerin vebali nasıl ödenecek? Boynumuzda bir büyük günah da kuşkusuz bu. Şiirde asıl olması gereken meselemiz bunlar diye düşünüyorum. Geçmiş ve gelecek için ve dahi günümüz için filtreleme yapmak boynumuzun borcu. Buna bir diğer örnek de “Sosyolojik Abla” şiirim. Onda da günümüze dair bir eleştirinin ironik anlatımı var.

 

Şiirinizin Sezai Karakoç şiirine akraba olduğunu söyleyebilirim sanırım. Az özce bir mısrasından bahsettiğimiz Benim Ellerim El Değil şiiri, Küçük Naat şiirine; Kırmızı Konfeti ile Aklı Eksik Kadınlar Toplantısı şiirlerini de Ötesini Söylemeyeceğim şiirine yakın hissettim. Neler söylemek istersiniz?

Bu benzetmeyi yani şiirlerimde Sezai Karakoç hissini duyduğunu söyleyen bir arkadaşım oldu. Fakat tek tek şu şiir şuna benziyor dememişti. Doğrusu Küçük Naat şiiri ile benzettiğiniz şiirimi karşılaştıracağım. Ötesini Söylemeyeceğim şiiri çok üstün bir şiirdir. Tunuslu kızın işgalci Fransızlara kafa tuttuğu şiir. Benim Kırmızı Konfetim kendi hayatımdan yola çıkarak yazdığım bir şiirdi, elbette genellenebilir. Orada benim meydan okuyuşum var belki bu açıdan benzerlik ilişkisi kurulabilir. Kırmızı Konfeti’de de haksızlık ve ev hakkı iddiasında bulunanlara kafa tutan bir kız var zira. Aklı Eksik Kadınlar Toplantısı ise boş konuşmalardan çok bunaldığım bir günün akşamında çıkmıştı. Bunu söyleyince amma da kibirli denilmesin, biz orada fonksiyonel analiz dinlerken, kızlar arkada sevgilileri ile ne yaptıklarını, avon kataloglarından ürün seçmeyi ve falanca dizinin oyuncuları şöyle yakışıklı böyle güzel v.s. konuşuyorsa elbette boş konuşuyordur. Kendi şiirimde Sezai Karakoç’un lirizmini, Cahit Zarifoğlu’nun ruh dünyasını hissederim ama birebir benzetmem olmadı. Yani bir mısrayı çekip bire bir şununla uyumludur yahut şunun uyarlaması gibi olmuş demedim.

 

Yedi İklim’de bir iki de öykünüz yayımlandı yanılmıyorsam. Öykü ve şiir elbette birbirine yakın türler ancak şiirde karar kıldığınızı söyleyebilir miyiz?

Öykülerim var evet, yayınlanmamış beş kadar öyküm daha var. İkisi de olabilir hayatımda. Şiir beni terk edebilir belki bir gün. Öykü daha çok insanın çabasıyla ortaya çıktığı için öykü terk etmez bence. Hayırlısı olsun.

 

Milli Gazetenin kültür-sanat sayfasında bir ara Sezai Karakoç şiirleri üzerine Gün Doğmadan Şiir Doğar başlıklı yazılar kaleme aldınız. Bir-kaç aydır bu yazılar yok gazetede. Devamını bekleyelim mi?

Devamını düşünüyordum ama çok eleştiri geldi. Aynı şairin işlenmesi de sıkıcı olabilir diye düşündük. Şimdi daha çok şiir üzerine incelemeler, yeni çıkan kitaplar, tanıtım yazıları hazırlıyorum. Bu da zor bir iş. Her hafta için yeni bir kitap bulmak, ya da iyi bir eleştiri yazmak. Yazılanları üzerine alınanlar olmasın diye de titizleniyorum, genel eleştiriler yazmaya çalışıyorum. Tabi bu da ayrı bir problem, Hatice Çay kim ki eleştiri yazıyor diyenler olabilir, vardır da. Ben okuduğum ilmihaller, fıkıh kitapları, hadisler ve ayetlerden yola çıkarak şiirde hatalı söyleyişleri gündeme getirmek istiyorum yalnızca. Söz konusu din olunca tek bir doğru vardır, o nedenle rahatım bu konuda.

 

Evet, yeni şiir kitapları üzerine yazıyorsunuz şimdilerde. Bir de köşeniz var. Nasıl başladı Milli Gazete macerası?

Ali Haydar Haksal hocam vasıtasıyla Kültür Sanat’ta yazmaya başladım. Bir akşam Yedi İklim’e çağrıldık, Milli Gazete’den gelecekler denildi. O toplantının öncesinde de birkaç yazım yayınlanmıştı. Köşe yazıları içinse Mustafa Yıldırım ağabey aradı, telefon numaramı gazetemiz yazarlarından Fatma Toksoy hanımefendiden almış, seni düşünce köşesine almak istiyoruz dedi. Köşe yazılarım da böylece başlamış oldu.

 

Beğenerek takip ettiğiniz şairler kimlerdir?

Fatma Şengil Süzer, Cafer Keklikçi, Yağız Gönüler, Erdem Arslan, Bülent Parlak.  Beğenerek okuduğum isimler böyle. Ayrıca Ahmet Murat’ın şiirlerini de seviyorum.

 

Neler okuyorsunuz şu aralar?

Matematik’ten Ideal Theory in Commutative Semigroups ve onunla bağlantısı olan bütün makaleleri okuyorum. Edebiyattan ise Cahit Zarifoğlu’nun Zengin Hayaller Peşinde kitabını ve Ali Ural’ın Posta Kutusundaki Mızıka kitabını okuyorum. Önümüzdeki haftalarda da formasyon dersleri için okumam gereken Kuramdan Uygulamaya Matematik Eğitimi kitabını okuyacağım inşallah.

 

Söyleşi için teşekkür ederim.

Ben teşekkür ediyorum.

 

 

 

 

 

 

Röportaj Yedi İklim Dergisi’nin son sayısında yayınlanmıştır.

İZDİHAM