8 Temmuz 2016

Halil Kurbetoğlu, Sedefkâr Bülent Fıstıkçı ile konuştu

ile izdiham

“-Yerli ne demek? Biz yerli değil miyiz
Su katılmamış dedim… Biz aydınlara çok su katılmıştır, hem de cıscıvık yabancı suyu.”

                                                                                                                                 Kemal Tahir

İçi inci olanın dışı da sedef olur 

Bakırcılar Çarşısı’nda güneş, üstü açık dükkânların tepe camlarından isteksiz bir çocuk gibi somurtarak içeri sızmış, eşyaları aydınlatmaktan ziyade birbirine karıştırmıştı. Her biri yarım asra yakın bu çarşıda ekmek parası kazanmaya çalışan dükkân sahipleri, kılık kıyafetleri, oturup kalkmaları, şifreli dilleriyle eski zamanlardan kalmış metruk bir kasaba ahalisini andırıyordu. Sanatıyla övünen ve değer gören bir zamanların ünlü ustaları, pahalı olmadığı için değerli bulunmayan modern zamanın büsbütün dışına itilmiş ürünleriyle hemhâl olmaya devam ediyordu. Havada nem ve rutubetle karışan ağır metal parçaları çarşıdan geçen herkesin genzinde acı bir tat bırakıyor, ritmik çekiç sesleri kulaklarda kırbaç gibi çınlıyordu.

Cumhuriyetle beraber toplum hayatından tekme tokat kovulan Osmanlılığın son kırıntıları dikkatle bakıldığında, Muho Dayı’nın, Fenerci Memik’in, Mangalcı Ökkeş’in, Kör Muharrem’in Çocukları’nın tezgâhlarında solgun bir Halep cezvesi, tozlu bir bakır kazan, satın alınmaktan ümit kesmiş örme zırh olarak kendini gösteriyordu.

Bir süre çarşının benim dışımda akan canlılığını izlemek için bir dükkânın yoldan üç beş karış aparttığı boşlukta oturmuş, bir eline beş bardağı sığdıran Suriyeli çaycıdan çay istemiştim. Boş bardakları düşürüp kırmaktan çekinmeden hızlı adımlarla başını sallayarak önümden geçip gözden kayboldu.

Tek bir ses ve birçok sessizlik

Bakırcılar Çarşısı’nda ezan okunduğunda konuşanlar susmuş, işleyen çekiçler durmuş, yürüyenler müsait bir yer bulup oturmuş, çaycılar çay sevisini geçici bir süreliğine askıya almıştı… Biraz önce kulakları örseleyen bakır dın-dın’ları, demir şın-şın’ları, alış-veriş pazarlıkları, merhabalar, hoş geldinler, kavgalar, çekişmeler, nasılsınlar, itiş-kakışlar birden bire kesilmişti… Pirsefa Camii’nden okunan ezan bakırcılar çarşısının bütün dükkân ve sokaklarını adım adım gezerek her yere dolmuş, sanata aşina yüzler bir süreliğine de olsa gökten gelen bu daveti yürekleriyle solumanın hazzını tatmıştı.

Neden sonra Suriyeli çocuğun az evvel sipariş ettiğim çayla geldiğini fark ettim. Az önce yaşadıklarım gerçek miydi? Yoksa bir hayalin zihnime oynadığı güzel bir oyun mu? Gerçek veya oyun yaşamış olduğum şeyi yanıma alarak Sedefkâr Bülent ustanın dükkânına doğu yol almaya başladım.

“En büyük israf bir şeyi fazlalık görmektir”

Bülent Fıstıkçı. 30 yıldır Sedef ustalığıyla meşgul. Sanatını icra ettiği dükkân babasından kalma epey eskice fakat bakımlı bir dükkân. Dışarıdan bakıldığında içini asla beli etmiyor. Merak edip sedef işlemeli iskemlelerin bir adım ötesine geçtiğinizde karşılaştığınız manzara başınızı döndürüyor.

Beyazın ahşapla ton ton farklılaştığı, milyonlarca yıl denizde bekleyen kabukların asıl anlamını bulduğu, taraklar, mücevher kutuları, hançerler, padişah kavukları, rahleler, kavallar, ceviz sandukaları, bastonlar ve daha niceleri.

 

sedef

Bunları siz mi yaptınız?

– Ben ve benimle birlikte üç kuşaklık bir geçmiş. Ben babamdan gördüm. Babam da babasından. Bizde Sedef kakma işi üç kuşak geriye gider. Benden de kendi oğluma. Dört asırlık bir gelenek için üç kuşak az değil mi diyeceksin? Sedef kakma Cumhuriyetin ilk yıllarındaki ekonomik darlık nedeniyle pahalı bir iş olduğundan kendine pazar bulamamış. Yoksa sedefin Osmanlı’ya geçmesi Mısır ve Şam’ın bizim topraklarımıza katılmasıyla beraberdir. Gaziantep’teki mazisi de 60 yıllık denebilir.

Baban mesela, sana bu mesleği öğretirken neler anlatırdı?

-Babam iyi bir sedefkârdı. İlk aklımda kalan “israf nedir ne değildir?” dersiydi. “En büyük israf” derdi, “bir şeyi fazlalık olarak görmektir.” Bu anlayış bize şüphesiz Osmanlılığımızdan kalmıştır. Bir de babamın hep hatırladığım ve çocuklarıma söylediğim sözü: “Biz su katılmamış Osmanlılarız!” Kâinatta yaratılan her mahlûkun bir sebebi ve kullanış yeri vardır. Çoğu kişinin çöp olarak gördüğü ölmüş hayvan kabuklarının sedef kakma sanatıyla nasıl yeniden anlam bulduğuna siz burada şahit oluyorsunuz değil mi?

Çöp, fazlalık, atık ve sanat. Aynı cümlede nasıl buluşur diye düşünüyor, sedefkâr Bülent ustaya soruyorum. “Bir fazlalığı sanat malzemesine nasıl dönüştürüyorsunuz?”

“Bütün sanatlar bize insanı öğretir”

  • Milyonlarca yıl denizde bekleyen misal inci kabukları bize gelir. Sedef dediğimiz bu maddeyi iki parmak arasına alır zımparayla yontmaya başlarız. Ben bu iki parmağın arasına sıkışan sedefi insana benzetirim. Ölümle hayat arasına sıkışmıştır insan da. Ve yaşam onu zımparalayıp belli bir şekle sokar. Sonra usta hangi şekli, halet-i ruhiyesine göre çizmek istiyorsa bir yüzeye o şekli çizer. Bu motifi de kadere benzetirim. Sedef motifine uygun hale gelinceye kadar zımparalanır. Keski ile o motifin yeri oyulur. Kimse kaderinin dışına çıkamaz. Oyulan yere belli tutkallar kullanılarak sedef yerleştirilir. Gaziantep’te sedefle telkâri sanatı birleştirilmiştir. Sedefi yerleştirmeden önce küçük çekiç darbeleriyle teli, oyulan şeklin etrafına kakma işlemi vardır. Fazla vurursan tel eğrilir. Bu tel de insan kalbini anımsatır bana. Daha sonra sedef ince eğe ve zımpara ile silinerek, pürüzsüz bir satıh elde edildikten sonra, ispirto içinde eritilmiş gomalak cila ile parlatılır. Bu işin Şam işi, Esr-i İstanbul işi, Kudüs işi gibi birçok tekniği vardır. Bu işin asitlenmesi, zeytinyağına batırılması, cilalanması, kurutulması, merhaleleri çok. Bunu da seyr-i sülûk’a benzetir büyükler. Belli merhalelerden geçmeden olunmaz çünkü.

Not aldığım tek cümle

Bülent ustayla konuşurken kendimi anlattıklarının heyecanına kaptırıp not almayı unuttuğumu fark edince üzüldüm. Bütün anlatılanları baştan sorma hakkım yoktu elbette. Hem yeniden sorsam aynı duyguyla anlatabilecek gücü kendinde bulabilecek miydi bilemiyorum.

Çaylar geldiğinde biraz da ortamın verdiği samimiyetle bunu ona söyledim.

  • Ustam o kadar konuştuk ama ben acemice not almayı unuttum.
  • Niye not alacaktın ki?
  • E, röporaj yapacaktık ya?
  • Yapmadık mı?
  • Sanırım yaptık.

Dükkândan çıkarken bir saate yakın süren görüşmeden tek bir cümleyi not alarak çıkmıştım.

“İçi inci olanın, dışı da sedef olur.”

Halil Kurbetoğlu

İZDİHAM