20 Mart 2021

Gökhan Özcan, Öksüz

ile izdiham

Sadece ben öksüz kalmadım, sadece üç kardeş biz öksüz kalmadık, onlarca meyve ağacı, yüzlerce çiçek, dünyadan kurtarılmış bir gümrah bahçede öksüzlüğü derinden yaşadık. Ben ağaçların ve çiçeklerin yüzüne bakamadım, onlar sessizliği bozacak bir şey söylemeye cesaret edemedi. Zaman bir noktada hem dondu kaldı sanki, hem de sessizce geçip gitti. Geçip giden zaman boyunca ahbaplık ettiğim onca kelime, onca cümle, o kadar satır yazı, hafızamda çınlayan onca şiir, yetmedi o kırılmayı kendime usulca anlatmaya. Bildim ki bir gün bir hal geliyordu her insanın başına ve bu hal o haldi. O vakit, tam da o eli öpülesi şairin dediği gibi oluyordu her şey: “Anne ölünce çocuk/Bahçenin en yalnız köşesinde/ Elinde bir siyah çubuk/ Ağzında küçük bir leke”

Ömrüm boyunca çekindiğim, olmasından en çok korktuğum şey oldu: Annem gitti! Dünyanın bütün rüzgarlarına karşı beni savunan, bütün savrulmalarımı avuçlarında eriterek beni yerimde sabit kılan kök yerinden koptu sanki. Düşünmüş, tahmin etmiştim bunu: Annesi ölen herkes küçük bir çocuktu, ister gerçekten çocuk yaşta olsun, ister koskoca bir adam olsun. Tabiatımız böyle bizim, çocuğun annesine muhtaçlığı bitmiyor hiç!

Dedemin gülyağı damıtmak için bahçeler dolusu gül yetiştirdiği bir zamanda doğmuştu annem. Çocukluğu gül bahçelerinde geçti. Sonra dedem, kasabadaki hocasının oğluna gelin verdiğinde oraya, yani benim de içine doğduğum baba evime kurdu bahçesini. Hayatı boyunca çiçeksiz günü geçmedi. Toprakla muhabbeti hiç eksilmedi. Çocukluk yıllarımda babamın tayini sebebiyle Bursa’ya taşındığımızda ev sahibiyle konuşmuş, evin arkasındaki bahçenin ince kat betonunu kazmayla kazarak toprağı gün yüzüne çıkarmış, bir iki ay içinde yemyeşil bir bahçeye dönüştürmüştü. Sınırsız bir çiçek sevgisi vardı, birkaç gün bir yere gitse duramaz, “Çiçeklerim beni bekler” diye eve dönmek için acele ederdi. “Hayvancıklar” derdi onlara, konuşur, dertleşir, bir çocuk gibi şımartırdı hepsini. Bahçenin üç tarafı apartmanlarla kapandı ama o bir ada gibi bahçesinde yaşamaya devam etti. Evini müteahhide verip kata çıkanlar da geldi onun bahçesine sığındı.

Kendine özgüydü, iki dakika içinde herkesle muhabbet kurabilirdi. Okuya okuya onlarca sureyi ezbere aldı. Yetmiş yaşından sonra tecvit kursuna gitti. Yağmur yağsa ‘rahmet yağıyor’ derdi. Ben doğmadan 19 gün önce vefat eden kayınvalidesini, ki çok severdi onu, hep ‘hanımanne’ diye anlattı bize. Ömrü boyunca bir kere bile beddua ettiğini duymadım. Birine kızarsa ‘Miskin!’ derdi, biraz daha kızarsa ‘Allah iyilik versin!’, daha da kızarsa ‘Allah kahretmesin!” Kanepeyle değiştirmeye asla razı olmadığı sedirde oturur, yine çiçeklerle dolu penceresinden sokağa bakınır, bir yandan elindeki beşyüzlük tespihi çeker, bir yandan gelen geçenle iki laf ederdi. Bu hikayenin bütün bir mahalleyi öksüz bırakan kısmı da işte burası: Pencere boş kaldı.

İlkokulun üç yıl olduğu dönemde okumuştu, tahsili bu kadardı. Ama ne bugün, ne bundan önce, ondan daha çok şey bildiğimi düşündüğüm tek bir an olmadı. Daima tevekkül halindeydi, babamın vefatının ardından dara düştüğümüz zamanlar oldu, biz ne olacağını düşünürken o hep ‘Allah verir’ derdi ve Allah verirdi. Üniversiteyi böyle bitirdim. Zihni olarak birtakım sivri fikirlere kapıldığım dönemlerde onun toprakla, hayatla, insanla muhabbeti beni hep aklıselime geri döndürdü. Hep ‘Onun kadar insan olabilsem yeter’ diye düşündüm, korkarım olamadım. Toprağı sevdim ama onun gibi avuçlarımın içine alamadım.

İnsanın annesini götürüp kendi elleriyle bir kabrin içine bırakması, sonra üstünü toprakla örtmesi, bildiğimiz herhangi bir başka şeyle karşılaştırılamayacak kadar zor bir şey… İçinizde herhalde bir daha hiç çözemeyeceğiniz bir düğüm olarak kalıyor bu his… Ama diğer taraftan, bütün bunlar olurken, anneniz sizi elinizden tutup toprağa dokunduruyor ve ölüme alıştırıyor sanki. Ölümü soğukluğundan soyuyor, korkulacak bir şey olmaktan da çıkarıyor biraz.
Ölüm bir hakikat, canı veren günü geldiğinde alıyor. Bize düşen rıza göstermek ve sabretmek… Allah geride kalanlara sabrını, metanetini mutlaka bağışlıyor. Yana yana pişmek değil mi kaderimiz: İnandık, iman ettik: İnna lillah ve inna ileyhi raciun.

Gökhan Özcan, 2016, Yeni Şafak

İZDİHAM