20 Nisan 2016

Gökhan Ergür, Eski İstanbul’un sözde şövalyeleri: Külhanbeyleri

ile izdiham

İstanbul’da şehrin huzurunu bozan kişilerin başında külhanbeyleri gelirdi. Yatıp kalkacak yeri olmadığı için hamamların külhanlarında, yani ateş ocaklarında barınan kişilere verilen külhanbeyi ismi zamanla sosyal bir grubun ismi olmuştur. İstanbul’un fethiyle beraber şehrin karanlık noktalarına sinen külhanbeyleri; hırsızlık, yankesicilik, dilencilik, adam yaralama ve öldürme, gasp ve benzeri suçlar işleyerek şehir yöneticilerini fazlasıyla zorlayıp küçük yaştaki çocukları da suç şebekelerine dâhil etmişlerdir.

gokhan ergur

1990’ların ortası, Beyoğlu’ndaki uyuşturucu, gasp, hırsızlık ve kadın ticareti ilçeyi bataklığa çevirmiş vaziyette. Siyasiler birbirini boğazlarken yeraltı mafyası da vatandaşı boğazlamaktaydı. O karanlık döneme dair aklımda kalan isimlerin başında Beyoğlu Emniyet Müdürlüğü Ekipler Amiri Hortum Süleyman geliyor. İllegal işlerle uğraşan tiplerin korkulu rüyası olan Hortum Süleyman, lakabını, sokakta ‘gayrı meşru işler’ kovalayan tipleri hortumla hizaya sokmasından almıştı.

Kendilerine reva görülen bataklıktan şikâyetçi olan halk, Hortum Süleyman’a dua eder, hikâyelerini bir şehir efsanesi gibi keyifle anlatırdı. Ekipler amiri Hortum Süleyman, uyuşturucu ve kadın ticareti yapanlara karşı takındığı sert tavrıyla bilinirdi. Gözaltına aldığı bu kişilere iki seçenek sunar; hortum mu yoksa zincir mi? Akıllılık edip hortum cevabını verenler, karşısında hortumun içine zincir geçirmiş öfkeli bir adam bulurlardı. Yine küçüklükten beri onlarca kez dinlediğimiz bir başka hikâyeye göre, zehir ticareti yapan Roman bir vatandaş, Hortum Süleyman’ın şu sorusuyla karşı karşıya kalır: Hangi renk hortumu istersin? Alaycı bir dille ‘gökkuşağı rengi olsun amirim’ cevabını alır. Bunun üzerine Hortum Süleyman yedi renk ince hortumu iyice kavrayıp zehir satıcısına kendince bir cevap verir. Enteresan zamanlardı.

2002 seçimlerinden sonra yeniden dizayn edilmeye başlanan Türkiye’deki değişikliğe sokaklarda bizzat şahit olduk. Beyoğlu Korku İmparatorluğu adındaki yapı sokaklardan yavaş yavaş çekilmeye, eşkıyaların çeşitli işler için sokaklara yerleştirdikleri kameralar sökülmeye, esnaf kazançlarını serserilere değil de ailelerine götürmeye başladı. Her şey süt liman değildi ama en azından devletin varlığını ve bizlere sahip çıktığını hissetmeye başlamıştık.

Otorite boşluğu ve külhanbeyleri

Osmanlı İmparatorluğu döneminden bugüne, organize suçların gelişimine baktığımız zaman bu karanlık yapılanmaların kökeninde, dönemsel olarak ülkedeki devlet otoritesinin zafiyete uğraması sonucu meydana gelen boşluklar görülecektir.

İstanbul’un fethiyle beraber şehrin Türk hâkimiyetine girmesi İstanbul’u bir cazibe merkezi haline getirip ülkenin her kesiminden insanın bu şehre yerleşmesine kapı açmıştır. İstanbul’un demografik yapısındaki bu karmaşa çeşitli sıkıntıları da beraberinde getirerek Osmanlı başkentinde farklı marjinal grupları ve kişileri doğurmuştur. Bu kişi ve grupların toplum üzerindeki etkileri dönemlere göre farklılık göstermiş, merkezi otoritenin gücüne ve disiplin anlayışına paralel olarak bu yapıların gücü ve etkisi artmış ya da azalmıştır. Bilhassa devletin ekonomik olarak zayıf düştüğü dönemlerde taşrada ve başkentte bu marjinal grup ve kişilerin sayısı artmış, şehirlerin huzurunu tehdit eder hale gelmiştir.

İstanbul’da şehrin huzurunu bozan kişilerin başında külhanbeyleri gelirdi. Yatıp kalkacak yeri olmadığı için hamamların külhanlarında, yani ateş ocaklarında barınan kişilere verilen külhanbeyi ismi zamanla sosyal bir grubun ismi olmuştur. Önceleri ihtiyaç sahiplerine, sonraları ise tüm başıboş kişilere sığınak olan külhanbeylerinin pîri, hamam külhanında yatan ve şarap tortuları içen Külhânî-i Layhar olarak bilinir.

İstanbul’daki külhanbeylerinin toplandığı ilk yer, şehrin fethinden sonra inşa edilen ilk hamam olan Gedikpaşa Hamamı’dır. Aradan geçen zamanla şehrin diğer hamamları da evsiz ve sahipsiz kimseler için bir barınak olur. Fakat külhanlar içerisindeki hiyerarşiye göre Gedikpaşa Hamamı ilk sırada yer alıp külhanlar arasındaki anlaşmazlıkların çözüldüğü merci olarak bilinirdi.

Külhana girip külhanbeyi olmanın ilk şartı adayın annesiz ve babasız olması, ikinci şartı ise adayın kendisine uygulanan sınavı geçmesiydi. Hamamın Külhanbaşı (destebaşı), külhanbeyi adayının eline bir torba vererek; bu torbayı, pirinç, yağ, un ve şekerle doldurmadan dönmemesini söyler. Daha sonra adayın elbiselerini çıkartarak ona yırtık don, gömlek ve yemeni giydirirdi. Torbasını dolduran aday külhana döner ve sınavı kazanmış olurdu. Toplanan pirinçten, pilav; un, şeker ve yağdan, helva yapılırdı. Yemek vakti ortaya çıkarılan külhanın üç demirbaş lengerinin (geniş tepsi) ikisine pilav, birine helva konulurdu. Külhanbeyler diz çökerek lengerlerin başına dizilir, adaylar ise isteyenlere su vermek için ayakta beklerdi. Onların yiyecekleri ise ‘baba’ denilen külhancı tarafından tahta bir kaba konulurdu. Yemek merasimi bittikten sonra, külhanbaşı ve öbür külhanbeyler bir lokma ekmeği tuza batırarak üç parmakları arasında tutar ve külhanbaşı şu beyitleri okurdu:

Bu ocağın adı gerçek külhandır/Yersizlerle, yurtsuzlara mekândır/Nice erler yetişmiştir külhandan/Kim bilir kim bugün nerde pinhandır/Ana baba bucağına sığmayan/Yavrucaklar bu ocakta mihmandır/Pîrimizdir bizim koca Layhar/Hak budur kim eşi gelmez sultandır/Hû çekelim hû, Layhar’ın ruhuna/Anın için bayü gedâ yek-sandır.

Bu fasıldan sonra elde tutulan tuzlu ekmek lokmaları yenilir ve külhanbeyliğe girişin ikinci basamağı olan kardeşlik merasimine geçilirdi. Kardeş olacak iki çocuk ortaya alınarak anadan doğma soyulur ve külhanbaşı büyük bir gömlek (Layhar’ın kefeni) getirir, destebaşı da gömleği çocukların başına geçirirdi. Sınavı daha önce kazanmış olan çocuk sağ, yenisi ise sol tarafta yer alır ve her biri gömleğin kendi tarafındaki kolunu giyerdi. Böylece gömleğin dışından iki baş ve iki el görünürdü. Külhanbaşı, ocağa doğru, iki dizi üzerine oturur ve “Ey Layhar’ın evlatları! Burası baba yurdudur. Burada senin benim yoktur. Burada herkes kardeştir. Layhar’ın evlatları birbirlerini tek vücut bilirler. Bu kefene sağlığında girenler ölünceye kadar birbirlerini ayrı görmezler. Bu, ikilikte birliktir. Bu senin sağ elindir. Sen de bunun sol elisin. Vücudunuz birdir; başlarınız ikidir. Biriniz sağınızı, biriniz solunuzu görürsünüz, ömrünüzün sonuna kadar birbirinizi görür gözetirsiniz. Her gün kazancınızı buraya getirirsiniz. Burada, bu senindir, bu benimdir yoktur. Az çoğu aratır; çok hepinizi besler. Kazan birdir; hepinizi doyurur” diyerek; Layhar’ın ruhuna bir Fatiha okuyup töreni bitirirdi.

Külhanbeylerinin kapattığı cami

İlk zamanlarında bir inzibat düzenine tâbi olan külhanbeyleri, lonca gibi teşkilatlanmış bir dilenci topluluğu olarak görülmüştür. On kişiden oluşan gruplar bir destebaşı tarafından yönetilir ve hepsinin başında bir koca destebaşı bulunurdu. Koca destebaşı külhanın düzenini korumakla görevli olup üyelere, kurallara uyması konusunda nasihatlerde bulunarak onları sosyal hayatta nasıl davranmaları konusunda uyarırdı. Şüphesiz ki külhanda yaşamanın belli kuralları vardı. Akşam vaktine doğru külhanbeyleri topladıkları yiyeceklerle ocağa dönerler ve yemek hazırlamaya başlardı. Külhanda yaşayanların sayısı bilindiği için ocağın son sakini dönünceye kadar yemek yenmez, külhanın kapısı aralık bırakılır ve herkes geldikten sonra kapı kapatılırdı. Yemek faslı bittikten sonra, çeşitli çalgı aletleri eşliğinde eğlenceler yapılır, şarkı-türküler söylenir, gazeller okunur ve oyunlar oynanırdı. Bazı akşamlar ise kestane pişirilir, salep içilir ve uyumaya gidilirdi.

Külhanbeylerinin toplum içinde uymaları gereken kurallar da mevcuttu, bunlardan en önemlileri şunlardı: Yahudilere saldırmak kesinlikle yasaktır, güç durumdaki küçük çocuklara ve kadınlara yardım etmek gerekir, hamallara yük indirme ve bindirmede yardımcı olmak gerekir, seyyar satıcılardan kesinlikle bir şey istememek gerekir, lalalarıyla dolaşan ekâbir takımından para istenebilir olumsuz yanıt alınırsa sataşılabilir, işi tıkırında olan dükkânlara musallat olunabilir.

Külhanbeylerinin bu taşkın tavırları zaman içerisinde artmış ve halk tarafından istenmeyen kişilere dönüşmüşlerdir. Saldırgan tutumlarını ve yağmalarını sürdüren külhanbeyleri 10 Ağustos 1595 tarihli bir belgeye göre sarhoş halde cami sofasına girmiş, uygunsuz tavırlarda bulunarak cami cemaatini rahatsız etmiştir. Yine bu belgeye göre cami avlusunda içki içip gayri ahlaki davranışlar sergileyerek çevredeki kadınlara musallat olacak kadar ileri gitmişlerdir. Belgenin devamında bahsi geçen cami-i şerifin belirtilen sebeplerden dolayı kapandığı ve burada namaz kılınamadığı bilgileri yer almıştır.

Cezayir kesimi

Halkı canından bezdiren bu serseri takımının kendine has bir giyim tarzı vardı. Reşat Ekrem Koçu’dan öğrendiğimize göre külhanbeyleri Cezayir Kesimi denilen bir modayı takip etmekteydiler. Başa dört beş arşın boyunda kıymetli bir şal sarılırdı. Sırta bir gömlek giyilir, kollar bol yenli ve daima dirseğe kadar sıvalı, düğmeler asla iliklenmez, sine üryen muhakkak görünecekti. Göğüs kıllı ise, kıllar ustura ile tıraş edilir, iki göğüs ortasında bir tutam kıl bırakılır, onlara da birer küçük inci geçirilip düğmelenir, adına sine perçem denilirdi. Belde, Sakız veya Trablus kuşağı, yarım Fransız pantolon, boyundan atma püsküllü kordon ve arkasına basılmış yumurta topuk kundura külhanbeyinin kıyafetini tamamlardı.

Külhanbeyleri levendâne denilen it adımı ile yürürlerdi. Bu arada bellerine sarmış oldukları uzunca şal kuşağın bir ucu yere değerdi. Cakalı bir şekilde boyun kırmak, omuz vurmak, dirsek çarpmak, çoluk çocuğa laf atmak, kadınlara sarkıntılık etmek, kafa tokuşturmak, kabara kabara gezmek övündükleri davranışlardı. Külhanbeyleri asla boş dolaşmaz yanlarında saldırma adını verdikleri bir bıçak, (dönemine göre kama veya sustalı olabilir) son dönemlerinde ise tabanca bulundururlardı.

18’inci yüzyıl sonlarından itibaren hanlarda, bekâr odalarında, dükkânlarda, az bir bölümü de evlerinde ya da sabahçı kahvelerinde kalmaya başlayan külhanbeyleri gündüzleri daha çok kahvehanelerde, akşamları ise çeşitli batakhanelerde bulunurlardı. Külhanbeylerinin bir başka önemli özelliği de bugün bizlerin de aşina olup kullandığı külhanbeyi lehçesidir. Birkaç örnek verecek olursak; ağır oturmak: fena dövmek; cavlağı çekmek: ölmek; çiroz: çelimsiz; gaco (gacı): kadın; hacamat: birini bıçakla birkaç yerinden vurmak; imanım: kardeşim, kuzum; madik: yalan, düzenbaz; mariz: dayak; babalı fırın: baba parası; cura: sigaranın son dumanı; jandarma: zevce, nikâhlı kadın; doktor bey: kadın.

18’inci yüzyıl itibariyle İstanbul külhanbeylerinin teşkilatları bozulmaya başladı ve ilk dönemki özelliklerini yitirdi. Artık toplumu rahatsız eden, haraç kesen, her türlü kötülüğü yapan insanlar halini aldılar. 19’uncu yüzyıl itibari ile tamamen serseri bir hayat yaşamaya başladıkları için, halk tarafından mazanne-i sû (kendisinden sadece fenalık beklenen) olarak anılmaya başlandılar. İstanbul’un fethiyle beraber şehrin karanlık noktalarına sinen külhanbeyleri; hırsızlık, yankesicilik, dilencilik, adam yaralama ve öldürme, gasp ve benzeri suçlar işleyerek şehir yöneticilerini fazlasıyla zorlayıp küçük yaştaki çocukları da suç şebekelerine dâhil etmişlerdir.

Devletin eşkıya olarak telakki edip tedbirler aldığı külhanbeyleri için fetvalar çıkartılıp malları ellerinden alınmaya başlanmıştı. Son olarak İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra çıkartılan Serseri ve Mazanne-i Sû Eşhas adıyla bilinen Serseri Nizamnamesi ile külhanbeylerine hapis ve sürgün gibi cezalar uygulanarak bu yapı dağıtılmış fakat hiçbir zaman bu mafya tipi oluşumların kökü kazınamamıştır.

Gökhan Ergür, Kaynak: Lacivert Dergisi

İZDİHAM