8 Mart 2016

Georges Perec, Uyuyan Adam

ile izdiham

Uyuyan Adam kitabından bir bölüm. Kitap Metis’ten çıktı.

“Evinden çıkman gerekmez. Masandan kalkma ve dinle. Hatta dinleme, yalnızca bekle. Hatta bekleme bile, kesinlikle sessiz ve yalnız ol. Dünya, maskesini düşüresin diye, gelip kendini sunacaktır sana, başka türlü olamaz; kendinden geçmiş bir halde eğilecektir önünde.”

Franz Kafka, “Günah, Acı, Umut ve Doğru Yol Üzerine Düşünceler

Gözlerini kapar kapamaz, uykunun serüveni başlıyor. Belleğinin, bir yansıma sayesinde lavaboya, bir kitabın biraz daha açık gölgesi sayesinde etajere yeniden hayat vererek, asılı giysilerin daha koyu kütlesini belirginleştirerek, pencerenin ışık geçirmez karesi sayesinde binlerce kez katettiğin yolları yeniden çizerek onları zahmetsizce tanımladığı odada, ayrıntıların parçalara böldüğü o karanlık hacimdeki bildik alacakaranlığın yerini, bir süre sonra, iki boyutlu bir uzay alıyor; sanki, tam dikey olmasa da, burnunun direği üstünde duran ve böylece gözlerinin düzlemiyle küçücük bir açı yapan, sınırları belirsiz bir tablo varmış gibi; bu tablo sana önce tekdüze bir grilikte, daha doğrusu nötr, renksiz, biçimsiz görünebilir, ancak, kuşkusuz kısa süre içinde en az iki özelliği olduğu ortaya çıkar: Bunlardan ilki, gözkapaklarını biraz sıkıca kapadığında, tablonun az çok kararmasıdır; daha kesin belirtmek gerekirse, gözlerini kapadığında kaşlarının çizgisi üzerinde meydana gelen kasılmanın, sanki, vücuduna oranla düzlemin eğimini değiştirme gücü varmış, sanki kaşlarının çizgisi birleşme noktasını oluşturuyormuş ve bunun sonucunda –bu sonuç apaçık ortada olması dışında tanıtlanamamakla birlikte– algıladığın karanlığın yoğunluğunu ya da niteliğini değiştirme gücü varmış gibi; ikincisi ise, bu uzayın yüzeyinin hiç de düzgün olmadığıdır, daha kesin belirtmek gerekirse, karanlığın dağılımı, yayılımı homojen bir biçimde olmamaktadır:

Başka deyişle üst bölge açıkça daha karanlıktır, sana en yakın görünen alt bölge ise –yakın uzak, yukarı aşağı, ön arka kavramları kesinliklerini çoktan gözle görülür şekilde kaybetmişse de– hem çok daha gridir, yani başta sandığın gibi nötr olmayıp çok daha beyaz, adamakıllı beyazdır, hem de bir, iki ya da pek çok çeşit kese, kapsül içermekte ya da taşımaktadır; bir gözyaşı bezini düşün örneğin, biraz onun gibi, kenarları ince ve tüylüdür, içlerinde ise çok çok beyaz, bazen ipincecik çubuklar gibi çok ince, bazen çok daha kalın, hatta solucanlar gibi kaygan parıltılar titreşir, kımıldanır, eğilip bükülür.

Bu parıltıların, her ne kadar parıltı sözcüğü burada bütünüyle yanlış kaçıyorsa da, kendilerine bakılamaması gibi tuhaf bir meziyetleri vardır. Dikkatini onlara biraz fazla yönelttin mi, ki bunu yapmamak imkânsız gibidir, çünkü karşında dansederler ve geri kalan her şey varla yok arasında gidip gelir, gerçekten de kaşlarının birleşme noktasından ve karanlığın düzensiz bir biçimde yayıldığı bu zar zor algılanabilir iki boyutlu pek belirsiz uzaydan başka hissedilebilir bir şey kalmaz, ama onlara bakar bakmaz –gerçi bu sözcük artık, doğal olarak, bir şey ifade etmemektedir– örneğin onların biçimleri ya da özleri ya da bir ayrıntı hakkında az da olsa kesin bir şeyler bilmeye çalıştığın anda, kendini, gözlerin açık olarak, pencerenin –kese ya da keselerle penceren arasında hiçbir benzerlik olmamakla birlikte– yeniden kareye dönüşen o ışık geçirmez dikdörtgenin karşısında bulacağından emin olabilirsin.

Ne var ki, gözlerini tekrar kapamandan az sonra yine belirirler ve onlarla birlikte, kaşlarınla eklemlenen oldukça eğimli uzay da belirir; büyük olasılıkla bu parıltılar bir önceki sefere oranla değişmemişlerdir. Yine de bu değişmezlikten tamamen emin olamazsın, çünkü kestirilmesi güç bir sürenin sonunda, ve henüz bütünüyle ortadan yok olduklarını doğrulamanı sağlayacak hiçbir şey yokken, gözle görülür bir şekilde solduklarını saptayabilirsin. Şimdi, hâlâ kaşlarını uzatıp kısaltan deminki uzaya ait, zebra postu gibi çubuklu, grinin tonlarından oluşan bir tür resimle karşı karşıyasın, ama bu uzay öylesine biçimsizleşmiş ki sanki sürekli sola kayıyor; ona bakabilirsin, bütünü alt üst etmeden, ani bir uyanışa meydan vermeden onu keşfe çıkabilirsin, ancak bunun hiçbir ilginç yanı yok. Asıl sağ tarafta bir şeyler olmaktadır, sanki hemen arkada, hemen yukarda, hemen sağda duran bir tahtadır bu seferki.

Tahta gözükmüyor kuşkusuz. Sadece onun adeta sert olduğunu biliyorsun, gerçi üstünde değilsin, çünkü çok yumuşak bir şeyin, kendi vücudunun üstündesin. İşte o anda çok şaşırtıcı bir şey oluyor; öncelikle üç uzay var, bunları birbirine karıştırman imkânsız; senin yumuşak, yatay ve beyaz olan yatak-vücudun; sonra gri, vasat, yanlamasına bir uzayı yöneten kaşlarının çizgisi, en sonunda da tahta, üstte hareketsiz duran ve çok sert olan, sana paralel ve belki de ulaşılabilir olan tahta. Şurası çok açık ki, açık olan tek şey de budur aslında, eğer tahtanın üzerine tırmanırsan, uyursun, tahta uyku olur. Bütün bunlar çok zamanını alacak gibi görünüyorsa da işlemin temel kuralı çok basittir: Yatağı, vücudu tek bir nokta, bir bilya oluncaya kadar toparlamak, veya, ki bu da aynı kapıya çıkar, vücudun tüm pörsüklüğünü yoğunlaştırmak, bu pörsüklüğü tek bir yere toplamak gerekir; örneğin, bir bel omurunun içine toplamak gibi.

Ne var ki şu anda, vücudun o az önceki güzel birlikteliğinden eser yoktur, her yöne yayılmaktadır. Ayak parmaklarından birini, baş parmağını, ya da uyluklarını merkeze doğru döndürmeye çalışırsın, ama her seferinde unuttuğun bir kural vardır, ki bu da tahtanın sertliğini hiç gözardı etmemek gerektiğidir; kurnazca davranman, vücudun bir şeyden kuşkulanmadan, hatta sen bile bunu kesin olarak bilmeden, onu toparlaman gerekiyordu, ama artık çok geç, nicedir çok geç, ve sonuçta tuhaf bir şey oluyor: Kaşlarının çizgisi kırılıp ikiye ayrılıyor ve merkezde, iki gözün ortasında, sanki birleşme noktası bütün vücudu ayakta tutuyormuşcasına ve birleşme noktasının tüm gücü bu yerde toplanmışcasına, birden belirgin bir ağrı ortaya çıkıyor, kesinlikle bilinçli bir ağrı ve sen bunun en adisinden bir baş ağrısı olduğunu hemen anlıyorsun.

 

 

Georges Perec

İZDİHAM