10 Mart 2016

Galip Çağ’ın Kale Arkası kitabı çıktı

ile izdihamdergi

Kale Arkası (*) Tarihçi Yazar Galip Çağ’ın ikinci öykü kitabı. Yine Meserret Yayınları imzalı… On dokuz öyküden oluşuyor ki değerli yazarın ilk öykü kitabı Komşu Kapısı da on dokuz öyküden oluşuyordu. Sayıların dimağımıza kazıdığı ritmik seslerin bir manası olduğuna inanıyorum. Dolayısıyla Çağ öykülerinin kendi içinde sakladığı asıl sesi, belki de rakamlarla bulacağız kanaatindeyim. Saklanılan ses derken bir ironinin de iliklerine sızmış oluyoruz böylece! Neden mi?  Çünkü yazarın hiçbir yazısında saklamaya, saklanmaya dair bir adım yok aslında. Öykülerin her biri çırılçıplak bir duruşun samimiyet ile sunulmuş şekli. Dolayısıyla netliğin ve saklanışın aynı anda sesini duyurması; yazarın geleceğe dair üslubunun rengini veriyor.

Anadolu kadınının yaşmağındaki iğne oyalarını bilirsiniz. Rengârenktir… Her bir renk bir yaş basamağının, bir duygu basamağının rengini temsil eder. İnce bir dikiş ile tutturulur o göz nuru oyalar yaşmağın kenarına. Ki zamanın uzun soluğunda güvenli bir şekilde salınsın diye. Ki hüznün virdini çekecek olan kadının terine, kafa tutabilsin iğne oyaları diye. Galip Çağ öyküleri; rengini çocukluk hüznüne çaldırmış iğne oyaları gibi. Fakat tek bir renk ile işlenmiş iğne oyaları. Yaşmağa tutunurken hiçbir kaygısı yok… Sökülebilir de yaşmağa/okuyucuya tutunduğu yerden. Yazarın da açıkçası böyle bir kaygısı yok. Biliyor olmalı sıkı sıkı tutunurken güç kaybeden yanımız bazen; hesapsız, özgür ve doğal yanımızın tutunuşundan alır hakiki gücü. İşte bu yüzden Çağ, öykülerinin her biri kendini çetelesi tutulmamış bir özgüvenin refakatinde sunuyor okuyucuya.

“Ben sadece bir canı olduğunu bilmiyordum ki!” s. 52…  Bu cümle, Kale Arkası’nın şahdamarı idi… “Can” adlı öykünün bu cümlesine geldiğim anda, kitabın ne öncesini ne sonrasını hatırlıyordum. Korku, gerilim, kurgunun gösterişli soluğuna inat; bir cümle ile yazar öykü dünyasının “yer sofrası makamını” alıyordu gönlümde. En ihtişamlı yemek masalarına, şark köşelerine, akıl almaz gösterişli avizelere kafa tutan yürekli bir yer sofrası! Baba, çocuk ve ölüm kokan; hakikatin hudutsuz şefkatini meâl eden bir öykü.

Yazının giriş kısmında Çağ öykülerindeki rakamların gizemine değinmiştim. Kitabın içinden seçtiğim üç cümle de ellili sayfalarda yer alıyor ki bu seçimleri, hesapsız bir kurşun kalem sadakatinin cümle altı çizme seremonisinde fark ettim. Hani bazı cümleler vardır kitaptaki tüm cümlelere bedeldir…

“ Dünyamız evin en yakınındaki boş arsa kadardı. Bize her yer uzaktı!..” s.55

“Sorular, dalgaların mendireğe çarpışı gibi çarpıyordu zihninin kıyılarına.”s.50

“Şimdi yalnızlığıydı en mahremi ve bir ömür boyu öyle kalacaktı. Her gece yeni bir kuyuya meftun olacaktı belki de.” S.51

Evet, bir kez daha yineliyorum siz tesadüf deyin ben tevafuk diyeyim; bu rakamlar çocuk kalbinin rotasında cümlelerini göverten yazarın, avuç içlerindeki Makedonya Kırçova kokulu hüzünlerin adresini gösteriyor. An geliyor “Âh hüznüne kurban olduğum çocuk!” diyor içinizin anne renkli/baba renkli dokusu!

“Bahtsız” sahiden de kitabın bahtsız, pasif kalmış, acaba kitapta olmamalı mıydı dedirten tek öyküsü. Kötü mü? Hayır! Ama ahraz bir mânâ var. Duyuyorsunuz öykünün çığlığını ama ne kalbinizin ne de aklınızın duvarlarına çarpmıyor. Bilirsiniz; öyküler/şiirler/tablolar insan ruhundaki aynanın sırlarına işlenmiş sürmeli sancılardır!  Sürmesi olmayan sancılar, boşluğun güvertesine gökyüzünü çizmeye çalışan adsız umutlar gibidir. Garip ki kitaptaki en etkisiz öykü dahi kendinden söz ettiriyor. Çünkü Çağ’ın her öyküsünde çocukluğun arka bahçesinden söküp söküp getirdiği iniltiler var! Ki çocukluğumuzdan kalan hangi inilti kıymetli ve hakiki değildir ki?

Editörlüğünü Ercan Yılmaz’ın yaptığı kitabın kapak tasarımı oldukça özgün. Kapak/İç Düzenleme İbrahim Cihan imzalı. Turuncu ve yeşilin kucaklaştığı kapağın zeminine; göğsünü geleceğe dönmüş, bir yandan da sağını solunu kolaçan eden bir çocuğun çakmak çakmak bakışları eklenmiş. Kale direklerini birbiriyle buluşturan filenin ardına sığdırılan fotoğraf, aslında kitabın içinde olmayan imgenin kendini ifşaa ettiğinin resmidir desem yeridir. Hatta filenin ardına serpilmiş çocuk figüründeki bakışın hizasına gelen kısımdaki düğümse; puzzle’daki kayıp son parça olmuş.  O parçayı da yerine yerleştirdiğiniz an kitap, öyküler, yazar ve okur; kale arkasından hayatın keşmekeşliğine birlikte karşı koyan tek bütün oluyor.

Hayatta; kale arkasından seyrettiğimiz, bazen içine dâhil olduğumuz bazen yedekte beklediğimiz/bekletildiğimiz sınav alanı değil midir? Kitabın kapağı da, ismi de, öykülerin içindeki reel çocuk anlatışındaki hüzün de; okuyucunun dimağında kekre bir gülüş çözümlemesinde yerini alıyor. Yazarın kendi çocukluğunun dip/sızılarını hiç çekinmeden en duru şekliyle sunması belki de Çağ’ı özgün kılan.

İskandinav kanepeler, öykülerde kullanılan dede metaforu, Sana/Rama tebessümünde saklı olan Türkiye gerçeği, “Omuz Omuza” adlı öyküde denenen yeni tarz, Soma’daki madencilerimizin acısına acısını sağan “Babamın İşyeri” adlı öykü v.s… Yazar kısa kısa ve ince mizahın arasına sıkıştırdığı anlatımlarla; yüreğimizin bir yerlerine saklanan/saklandırılan h/iç çekişlere derin derin dokunmuş her bir öyküsünde. Çok derin hem de çok…

Romantizm, sunî metaforlar veyahut korku/gerilim gerginliğine kurban edilmeyen bir anlatımın; insan ruhuna ve “çocukluğu olmayan büyüklere” samimiyetin duşunu aldıran ışığı, gözlerinizi kamaştırır mı bilmiyorum! Ama kalbinizin herkesten sakladığınız sancısına çocukça bir şifa olacağına hiç kuşkum yok…

Bu arada Kale Arkası tanıtım yazısını yazma esnasında bir parça Neşet Ertaş bir parça Hozan Beşir dinlemenin adı neydi bilmiyorum? Bildiğimse, her iki türkünün hüzünlü köşelerinde, Çağ öykülerinin anlatıcısı olan çocuğun; öykü karakterleriyle oynadığı saklambaç oyunuydu! 

Galip Çağ, Kale Arkası, Meserret Yayınları, 104 Sayfa
Mehtap Altan değerlendirdi
İZDİHAM