10 Mart 2016

Faruk Duman, Anlatıcı Kadınlar Hakkında

ile izdihamdergi

Bir yazar dostumla konuşuyorduk. Söz dönüp dolaşıp hem edebiyatımızın kaynaklarına, hem de tek tek hepimizi yazmaya iten nedenlere geldi. Böylece ortaya yalnızca yazarları ya da edebiyatla ilgilenenleri değil, toplumbilimcileri de meşgul edebilecek bir durum çıktı. Çünkü bir süreden beri zihnimiz pek çok şeyi biriktirmeye başlamıştı; bu nedenle bizi ortaya çıkaran –oysa hemen hemen hiçbir ortak yanımız yoktu– nedenlerin birbirine benzediğini görmüştük.

Gabriel Garcia Marquez anılarını kaleme aldığı kitabı Anlatmak İçin Yaşamak’ta annesinin çok iyi bir anlatıcı olduğunu söyler. Hatta yalnızca annesi de değil, anneannesi de öyledir ona göre. Yüzyıllık Yalnızlık anneannesinin Marquez’e anlattıklarının bir aktarımı olduğuna göre –bunu yazarın kendisi söyler– gerçekdışı hiçbir şey barındırmaz. Hatta gerçekliğin kendisidir bu roman. Zira anlattığımız olaylarla, bir başkasına aktardığımız hikâyelerle aslında güç bir iş başarır, ortaya yeni bir nesne koyarız. Hikâye böyle bir şeydir işte: Yeni bir nesnedir, bir meta. Nasıl düşüncelerimiz bireysel ürünlerimiz ise hikâyelerimiz de öyledir. Öyleyse bir yeni nesnenin, sözgelimi anneannenin Marquez’e anlattığı hikâyelerin gerçekdışı olmaklığından neden söz edelim? Anneanne, yaşadıklarını gözden geçirerek –bir yaştan sonra insan bunun için epey vakit ayırabiliyor– bunları torununa anlatır. Hemen hemen hepimizin anneannesi böyledir. Tabii haklarını yememeliyiz, babaannelerimiz de böyledir. Yalnız, bunları bize aktardıkları sırada söyledikleri kimi şeyler bize biraz tuhaf gelebilir. Gelince elbette hakkımızdır, biz de bunu onlara sorarız: Olmaz öyle şey, diyerek itiraz ederiz hatta, yani herif ansızın kayıplara mı karıştı? Yanıt hazırdır: Evet, aynen öyle, ne var ki bunda? Doğrusu budur, gözleriyle gördüklerinden emin oldukları için birtakım olağanüstü olaylar elifi elifine onların anlattığı gibi gerçekleşmiştir.

Carlos Fuentes, dünyanın en iyi roman yazarları büyükannelerimizdir, der. Bu, konuyu biraz daha ciddiye almamızı gerektiriyor: Doğal, yani günlük dil içinde birbirimize anlatılar oluşturmaklığımız başka şeydir, oturup bir roman yazmak başka. Ama Fuentes’in yargısını da yabana atmamak gerekir. Dünyanın en iyi roman yazarlarının büyükannelerimiz olduğu yargısı, bize roman sanatı konusunda yeni fikirler verebilir. Sözgelimi zihnimizde oluşan 19. yüzyıl imgesini değiştirebilir. Romanın belirli bir çağa ya da sınıfa ait bir anlatı biçimi olduğu konusunda belki diretenlerimiz çıkar. Ama kuşkusuz çağımızda yazınsal biçimleri tanımlamak epeyce zorlaşmıştır artık. Bu nedenle ileri sürdüğümüz görüşlerin yanına sürekli yeni parantezler açmamız gerekir.

Büyükannelerimiz oturup roman yazmazlar. Bu onlar için büyük olasılıkla epey sıkıcı bir şey olacaktır hem. Doğrusu onların yerinde olsaydım böyle bir işi aklımın ucundan bile geçirmezdim. Roman, bir büyükanne için acayip bir şeydir. Bir yere varmaz. Zaten sözgelimi kızla oğlanın sonunda evleneceklerini söylemek için bunca lakırdıya ne gerek vardır? Zaten bu öyle anlatmaya değer bir şey de değildir.

Yine de Fuentes’in yargısı doğrudur: Büyük annelerimiz bizim için oturup sözel bir anlatı evreni kurarlar. Zihinlerimizde bu kadar güçlü birer “anlatıcı” imgesi oluşturmalarının ve ömrümüz boyunca unutamadığımız kişiliklerinin nedeni budur. Yarattıkları atmosfer belki özgün ya da kişisel varlıklar göstermez, ama insanlığın ortak geçmişini ve düşlerimizin binlerce yıldan bu yana taşıdığı kutsal anlatı evrenini yüklenirler. Bu onları doğamızın bir nesnesi kılmıştır kuşkusuz. Birer taş parçası gibidirler. Taş olmaklığın bütün özelliklerini üzerlerinde taşır ve sonunda birer göstergeye dönüşürler. Yine de salt birer anlatıcı, kültürel tasarımların taşıyıcısı durumunda da değillerdir kuşkusuz. Her birinin kendine özgü birer söyleyiş biçimi, birer susma, dinleyeni oyalama ya da abartma yöntemi vardır.

Birkaç yıldan bu yana –otuzumu geçtiğimden beri– kendimle ilgili kimi özellikleri saptama gereksinimi duyuyorum. Bunlardan ilki, belleğimin güçlü oluşu: Binlerce kitabın arasında aradığımı bulurum hemen. Ancak bunun pek de iyi bir şey olmadığını söyleyebilirim. Ama bu şimdi burada bir işe yarayacak. Yıllar önce annemin annesi bize bir anısını anlatmıştı. Bu anıyı, daha doğrusu bu hikâyeyi, bir ses anısı olarak belki burada çözümlemeye girişebiliriz.

İşin doğrusu, sözlü edebiyat dediğimiz şey sese dayanır ve bu bakımdan bizim öykü ya da roman dediğimiz anlatı türlerinin yasaları bu edebiyat için pek de geçerli sayılamaz. Sayılsa bile bu bize ancak sınırlı görüşler kazandırır. Sözlü edebiyat geleneğinin yasası açıktır: Burada yazar –daha doğrusu anlatıcı– ile okur –dinleyen– yüz yüze durmaktadırlar. Aralarında birer iletişim aracı, soyut birer imge olmaklıklarıyla ünlü harfler yoktur. Sözcükler de asla basılı romanlardaki gibi kurallı, tamamlanmış birer imge abidesi değildirler. Anlatıcının dilindeki sözcük canlıdır ve onu o anlatıcının bir parçası, zihinsel, hareketli, böylece esnek ve değişken bir ürünü saymak gerekir. Bu bakımdan bu anlatı –yani ninelerimizin bize çocukluğumuzda aktardığı hikâye– anlatıcının dinleyene hitabıyla başlar. Karagöz’ün besmelesi “Hay Hak!” da işte budur. İlk romanların çoğunda gördüğümüz “Ey okur!” seslenişi de buradan gelir. Isabel Allende, Paula romanında, ölüm döşeğindeki kızına –kız bitkisel hayattadır, bu yaratıcı yöntem, Allende’nin romanı içerisinde bir “dinleyici-okur-kahraman”a tanıklık etmemizi sağlar– ailesinin hikâyesini anlatan bir roman kişisi kurgulamıştır. Şöyle başlar: Dinle Paula, uyandığında aklın fazla karışmasın diye sana bir öykü anlatacağım. Böylece öykü, varsayımsal bir dinleyici karşısında anlatılmaktadır.

Ama biz sözü çok uzatmadan anneannemin anlatısına gelelim. Daha önce başka bir denemede değindiğim bir şey vardı: Sözlü edebiyat, ortak korkulardan ve buna benzer başka anlık duygulardan fazlasıyla etkilenir. Merak, hayret, kıskançlık, hayranlık, sevgi, nefret… Bütün bu duygular bu tür anlatılarda öykünün kahramanlarından çok anlatıcıyı betimler.

Buna devam etmeden önce anlatıyı burada kısa başlıklarla listeleyelim:

1. Dur sana keçiyi anlatayım. Vakti zamanında Lele mezarlıkta beyaz bir keçi buldu.

2. Lele dediğimi tanıyor musun? Senin büyük amcan olur. Yani annenin amcası… Rahmetli üç günlük yolu yürüyerek gider gelirdi.

3. Keçiyi bulup ahıra getiriyor. Gece vakti, gidip yatıyor.

4. O zaman böyle elektrik mi var? Benim babam, Allah rahmet eylesin, akşam ezanından sonra bizi döve döve yatırırdı.

5. Neyse, yatmış… Ama bizim bir Hüseyin dedemiz vardı. Hiç uyumazdı. Gündüz çalışır, gece de lüksün ışığında baykuş gibi oturup sigara içerdi.

6. Ölmeden beş sene evvel herkese küstü. Kimseyle konuşmadı. Doktora bile götüremediler.

7. Sabah olunca çobanı çağırmış. Bir keçi buldum, bu kimin, demiş.

8. Bakmışlar ki ahırda in cin top oynuyor.

9. O zaman bir çocuk gelmiş, demiş ki mezarlıkta bir ölü var, kefeniyle dışarı çıkmış.

10. Ya… Bizim buralarda çok ermiş var böyle.

Faruk Duman

İZDİHAM