7 Nisan 2016

Esra Yıldırım, İzdiham

ile izdiham

Omzunuzda asılı duran bilgisayar çantasıyla, klas bir kafeye girer, bir mocha siparişi verirseniz, otomatikman cool görünürsünüz. Bir miktar öyle yapayım dedim. İşin aslı tam olarak öyle yaptım. Yani bu kelimleri de, güzel bir kafenin en ücra köşesinden buğulu gözlerle yazıyorum. Kalemim el verdiğince size izdihamdan bahsetmek istiyorum. İzdiham derken yanlış anlaşılmasın, kalplerinizdeki izdihamla ilgileniyorum ben. Gerçi kalplerdeki izdihamı hangi kelimelerle izah etmek gerekir, şüpheliyim.

Dün, her gün yürüyerek geçtiğim caddeden geçiyordum yine. Bu sefer aklım ve kalbim hiç olmadığı kadar boştu. Genelde dolu olurlardı, o hissi iyi biliyordum. Böylesi bir boşluğun hayre alamet olmadığı da aşikardı. Her neyse. Bu caddenin saymadığım kaçıncı adımında evimin önüne varıyor ve dinlediğim bilmem kaçıncı şarkının ortasında kalabalıklara güzelce peşkeş çekiyordum. Biraz “oh be kurtuldum” havasıydı benimki. Fakat tüm bu kargaşasına rağmen akşam olup güneş çekildiğinde ışıl ışıl parlayan, gecenin hangi saati olursa olsun pencereden dışarı bakmakla beraber insanı zevke boğan bir caddeydi burası. Benim mahallemdi. Kalabalık ve kalabalık olduğu için de her daim yabancı hissettiren mahallem.

Attığım her adımda boğucu kendiliğimin bir yönüyle tanışıyordum dün. Boğuluyordum. Her ayrıntısına aşina olduğum kaldırımın, her noktasında hayata yabancılaşıyordum. Kayboluyordum. Ve sonunda bütün bir yoruculuğuyla kendime merhaba diyebildiğimde, bakışlarım içine düştükleri boşluktan kurtulmuş ve ellerim sıkıştırıldıkları ceplerden çıkmıştı. Benim ‘buradayım’ deme şeklim bu olmalıydı. Benden başka kimsenin göremediği, sessiz ve hırçın bir gösterişti bu.

Beni evime ulaştıran o cadde dün, bambaşkaydı ya da bambaşka olan bendim, ama o an için bu farkedilecek gibi değildi. Mesela hergün yanından geçip gittiğim çöp konteynırından bu sefer korkunç bir koku yayılıyordu. Daha önce bu kokuyu almamıştım. Çünkü daha önce böyle kokmuyordu. Elimle burnumu kapattım. Bir yandanda sürekli tökezliyor, yürüyüşüme odaklanamıyordum. Daha önce bu kaldırım taşları böylesine çıkıntılı değildi. Çünkü daha önce, bu yolda tökezlediğimi hiç hatırlamıyordum.

Sonra ilerideki marketten iki çocuk koşarak çıktı. Gördüğüme eminim, ikisinin de elinde birer şeker vardı. Biri omzuma çarpıp sarsmıştı beni. Durdum. Durmam için bir neden de yoktu aslında, ama yine de durmuştum. Ne yapmaya çalıştığını bilmeyen bir insan edasıyla çarpan çocuğa döndüm. “Abla önüne baksana” diye bağırıyordu az ötede. Oysa önüne bakmadan koşan, koşarken karşıdan gelene çarpan ta kendisiydi. Cevap verecek takatim olmadığını fark edince hafifçe başımı eğdim. Bu hareketle ‘suçlu olan sensin, büyüğünle düzgün konuş!’ demek istedim, ama o ‘özür dilerim’ diye algıladı. Zafer edasıyla arkadaşını çekiştirerek uzaklaştı.

Bilmem kaç defa bu yoldan evime gitmiştim. Her seferinde etrafa bakar, yazacak yeni hikayeler arardım. Gördüğüm her ayrınıtıyı zihnime kaydeder, sonra yazıya dökerdim. Şu manavın portakalları güzel olurdu, ama mandalinaları gereksiz pahalıydı mesela. Şu süpermarketten kestane alır, akşam fırına atardık. Hemen şu parkta her gün mutlaka annesinin veya babasının elinden tutmuş, söylene söylene yürüyen bir çocukla karşılaşırdım. Bunların hepsi güzel hikayelerdi. Oysa şimdi ne manava kafamı çevirip bakmıştım ne de kestane almayı istemiştim.

Bu caddeden bilmem kaç defa geçtim. Bilmem kaç defa, sitenin girişinde durup beni kalabalıktan uzaklaştıracak evimin penceresine baktım. O upuzun binaya doğru ilerlerken, bir yandan da ışığı yanan odaları tespit eder, evde kim olduğunu tahmin ederdim. Salon perdeleri örtünmüşse evde mutlaka babaennem olurdu, biliyordum. Üç senedir her gün, bu yoldan eve dönerken kimle karşılacağımı hesaplıyor, ona göre anahtarımı çantamdan çıkarıyordum. Fakat şimdi başımı kaldırıp pencerelere bakmamıştım bile.

Eve girmek için kapıyı çaldığımda açan kimsem olmadı. Mutfaktan ismimi seslenerek, kapıya koşar adımlarla yürüyen babaennem evde yoktu. Anahtarı deliğine sokup çevirdim. Kapı gıcırdayarak açıldı. Kapkaranlık bir eve, yapayalnız girerseniz nerede olduğunuzu sorgulamaya başlarken bulursunuz kendinizi. Eğer babaannem burada olsaydı ona selam verir, gününün nasıl geçtiğini sorardım. Ne yemek yaptığından, evde hangi işleri hallettiğinden bahsederdi büyük ihtimal. Böyle anlatınca yanlış anlayabilirsiniz. Babaannemi kaybetmedim, Allah uzun ömür versin. Ama kendimi buldum ben.

Geçen bir gündü, dün. Fakat herhangi günlerden biri olmadığı kesindi. Onca geçip giden günlerin aksine dünden, kendimden başkasına itiraf edemeyeceğim bir gerçeğin kalıntıları kalmıştı, bugünüme. Yaşadığım onca dakikanın aksine dün, başka bir evrende karadeliğin ta kendisiydi. Dün bir karadelikti, bugünü ve belki tüm günleri, yarınları içine çeken… Dedim ya dün çok başkaydı. O caddede yürürken ben, o kapıyı açarken ben, salonun perdelerini çekerken ben ve bacaklarını toplayıp karanlıkta kaybolurken ben, çok başkaydım.

İzdiham mı demiştim? İşte bundan behsediyorum. Kendini duyamayacak kadar yoğun olmaktan ve kendini fark ettiğinde yığılıp kalmaktan… İzdiham mı demiştik? İşte tam olarak bu olmalı. Sana ait bir yerde, milyon kalabalık içinde, kendinden soyutladığın kendinle tanışman, kendi kalabalığına çekilmendi. İzdiham, insanın kendi kalbinde kaybolmasıydı.

Kanayan yaralara müsaade etmeliydik. Yoğunlaşmalıydık. Başka çıkış mı? Bilmem, yoktur heralde.

Şimdi izninizle. Mocham geldi. Kendisini de pek bir severim.

Esra Yıldırım

İZDİHAM