18 Şubat 2016

Ercan Dalkılıç, Yoksulluk ve Reha Erdem Sineması

ile izdihamdergi

Reha Erdem, sinemamızın son 15 yıllık süreçte yetiştirdiği en büyük yönetmenlerden biri kuşkusuz.

Reha Erdem, sinemamızın son 15 yıllık süreçte yetiştirdiği en büyük yönetmenlerden biri kuşkusuz. Filmografisine dikkatlice bakılınca, Reha Erdem’in sinema dilinde, “Kaç Para Kaç”tan bu yana –en son “Hayat Var” ile süregelen-, önemli bir değişim göze çarpıyor. ‘Nedir bu değişim?’ diye kendime sorup duruyor(d)um son zamanlarda.
“Kaç Para Kaç”ta, orta-altı sınıftan bir esnafın hayatına giren yüklü bir para ile algıların nasıl paramparça olduğu, çevrenin nasıl birdenbire değiştiği üzerine giden Erdem; “Korkuyorum Anne”de gerçeküstü yahut büyülü gerçekliğe yakın bir karakter ve mahalleyi resmetmişti. Bu iki filmden sonra, öz olarak pek değişmese de, Erdem’in sinema dilinde, izleyici ile arasında nereden geldiğini anlamadığım bir ‘bariyer’ doğdu. Erdem, alt-sınıfların hikayesini anlatsa da, bu hikayeyi alt-sınıflara anlatmıyor(du) artık ne yazık ki!

En son Reha Erdem filmi “Hayat Var” da bu dönüşüm yaşayan sinema diliyle, tekneci bir baba –tekneci demeyi uygun buldum, çünkü baba balıkçılıktan çok kadın pazarlıyor filmde- astımlı yatalak bir dede ve henüz ilkgençlik yıllarındaki ‘Hayat’tan mürekkep yoksul bir yarı-aile’nin yaşadıklarına odaklanıyor.

Öncelikle şunu belirtmek gerekir; “Hayat Var”ın hikayesinin Robert Bressson’un “Mouchette” (1967) filmi ile benzerliği şaşırtıcı derecede. “Mouchette”in eksen karakteri Mouchette de, “Hayat Var”ın eksen karakteri Hayat da, filmin büyük bölümünde, üzerlerindeki okul forması ile boy gösteriyorlar. İki karakter de, hasta bir aile üyesine –Mouchette, hasta annesine, ki o da yatalak; Hayat ise astımlı dedesine- bakmak zorunda bunun yanında ikisinin de bir bebekle, Hayat’ın kısıtlı da olsa, çekişmeli bir ilişkisi mevcut. İki film de, genel olarak ev-içi, küçük bir kurgu ile oluşturulmuş. Yalnız tabii, Bresson’un kurgusu biraz daha temiz, zira Erdem’in hikayesi biraz daha çetrefil, sıçramalar yaparak, dramatik olarak kendini tamamlamaya çalışan bir yapıda. İki baba da kaybeden tiplemeler, iki babanın da pis işlerde bezi bulunuyor ve kapıda bela kol geziyor deyim yerindeyse. Hayat’ın ve Mouchette’nin mütemadiyen forma içinde olduğunu belirtmiştik, bu iki karakterin aynı zamanda okulla ve okul arkadaşlarıyla sorunlu ilişkilerinin olduğunu da söylemek lazım. Bu sorunların kaynağında ise yoksulluk yatıyor. Hatta arka sıradaki sınıf arkadaşı, hal ve hareketleriyle bunu sık sık anımsatıyor Hayat’a. Erdem’in Hayat’ının okul sorunları biraz ‘yan değini’ gibi kalmış lakin, Bresson’un karakterinin okul sorunları yapıyla daha bir bütünleşik ve dramatik etkisi daha birebir. Erdem’in zaten bu şekilde bir çalışması olmadığı için, yan gelişmelerin çok fazla irdelenmemesi gerekir belki de bilemiyorum…

Başat sorun, “Hayat Var”ın sinema dilinde aslında, filmin Bresson etkileşimli pek de önemli değil. Erdem’in, gerçeklikle kurduğu ilişki özellikle dikkat çekici, bu filmde ayrıca önem arz ediyor benim açımdan; çünkü filmin genel söylemi yoksulluk çerçevesinde -yoksulluk üzerinde değil, ekleyelim hemen! Yönetmenin naturalist bir mesafeli anlatımı olsa, belki de bu kadar rahatsız edici olmayacak. Ne var ki, yönetmen gerçeğe öykünmeye bazı noktalarda o kadar çok yaklaşıyor ki, aynı oranda gerçeklikten uzaklaşmış –farkına varmaksızın. Hani bir alternatif gerçeklik duygusu uyandırsa, ona da fit olacağız, fakat bunu da yapmıyor, yapamıyor yönetmen bir türlü. Açık olmak gerekirse, ajitatif bir özdeşleşmeden kaçınmak adına, -fellik fellik kaçınmaya çalışırken belki de- tamamen karikatürize bir yoksulluk tablosu çizmiş yönetmen “Hayat Var”da. Dede karakterinde bu durum hayli göze çarpmakta: Dede karakterinde sömürünün sınırlarını zorlama yoluna gidilmiş nedense. Böylelikle, kendisini takip edenlere, korunaklı bir bölge inşa etmiş.

Reha Erdem, yoksulluğu aktarırken dilini daha kurgusal yahut daha naturalist bir düzleme indirgeseydi daha yerinde olurdu sanırım. Erdem, ya olguları yakarlarken gerçek hayattan daha fazla yardım alacak yahut da daha bir kurmaca bir evrenle yüzleştirmeye çalışacak bizleri eğer yoksulluğun -dolaylı da olsa- aktarımıysa mevzu. Aksi takdirde, Erdem sinemasının çizdiği yoksulluk gerçeği, tamamen bir kavramsal kalmaya devam eder, kavramlar gerçeği yansıtmada ne ölçüde başarılı olabilirler, bilemiyorum. Yoksulluğun bu türden kavramsal, elitize edilmiş, ehlileştirilmiş, soyutlaştırılmış ve uzaklaştırılmış biçimi o kadar yabancı ki, bu toprakların insanlarına. . Siz gerçek’ten bir kesit anlatmak derdindeyseniz, yoksulluk bir yan motif dahi olsa sinemanızda, bir Yılmaz Güney’in Umut’undaki yoksulluktan feyz almalısınız. Gerçek yoksulluk orada çizilendir çünkü….

Ayrıca, bu çizilen yoksulluk tablosunun Marksist bir bilinçle yoğrulmamasını da aklım almıyor. Sonuçta, filmdeki hikayenin, çürümenin, çözülmenin, işaret edilen çöküşlerin bir de toplumsal boyutu var. Filmde, işitsel efektlerle sağlanan bir-iki uçak (savaş?) sesi, işletme sesi (kapitalizm?) filan var. Bu çevresel seslerin, toplumsal boyuta katkısı var mıdır, yok mudur, ne ölçüdedir, orası tartışmaya açık. Bununla birlikte filmdeki çevresel efektlerin bu kadar baskın olması da hiç organik olmamış, bunu belirtmeliyim

Bu bahsettiğim yoksulluğa bakıştaki genetik sorun, zamanında Enver Gökçe’ye köylü diyen, Yılmaz Güney’e lümpen yaftası yapıştıran, onu sahiplense de oryantalist bir açıdan sevicilik yapan aynı seçkinci zihniyetin uzantıları olarak görünüyor gözümüze maalesef.

Ercan Dalkılıç, Birgün

Notlar

(1) Bu hayatların içinde yaşamasak, şahit olmasak, yani yönetmenin temsil ettiği YOS (Yeni Orta Sınıf) mensubu olsak, büyük ölçüde sindirebiliriz bu filmdeki yoksulluğu fakat, gerçek yoksulluk böyle bir şey değil, olamaz, zaten varsın olmasın böyle bir aktarımını yoksulluğun, bırakın orada kalsın! Yönetmen keşke, Bresson’cu bir varoluş çizgisinde anlatsaydı da hikayesini, daha bir olumlu yaklaşabilseydik, yaklaşabilseydim (bu) filmine keşke.

(2) Artık Erdem’in de, belli sınırlar dışına çıkıp, hayata biraz daha karışması gerek galiba, ama yerinden ve sinemasını belli mecralara konuşlanmış belli seçkinci-elit kitlelerin takip etmesinden haz alıyorsa, yoksulluğun arka bahçesindeki o yüzle yüzleşmese daha iyi. Yoksulluğun, bu kadar oryantalist bir anlayışla işlenmesine, elitize edilmesine, soyut çerçeveler içine alınmasına, soyutlaştırılmasına, uzaklaştırılmasına göz yumulmamalı, yummamalıyız! En azından ben yumamıyorum…

(3) Sinemamızın çıkış yapması çok güzel bir gelişme, fakat belli klanlarca korunan bazı isimlerin de tabulaştırılması, onların her yaptığının sorgulanmadan onaylanması çok rahatsız edici açıkçası. Tabandan gelen yeni bir sinemayı bekliyoruz dört gözle, odaklara, gücü elinde bulunduranlara hadlerini bildirecek, sınıfına seslenen, üstten bakmayan, yoksulluğun yalın gerçekliğinden korkmayan, araya bariyerler, mesafeler koymak yerine onu kucaklayan, ona sahip çıkan bir işçi sınıfı sineması bekliyoruz, samimiyetle…

İZDİHAM