11 Mart 2016

Engin Erdemir, The Fall (Düşüş)

ile izdihamdergi

 
The Fall (Düşüş), Hindu yönetmen Tarsem Singh’in aynı teknik ve felsefi arka planla hazırladığı ikinci çalışması olarak sinema tarihine kaydını yapmış bir film. Singh, belki de Hindu olmasının etkisiyle filmlerinin içerik, üslup ve tekniği için mistik ve gerçeküstü öğelerden verimli biçimde yararlanmayı becerebiliyor. İlk filmi The Cell (Hücre) de olduğu üzere The Fall (Düşüş) da da Tarsem, görüntü ve sanat yönetiminde başarılı oluyor. Hatta Düşüş filmiyle Tarsem, belki de bir daha başka bir yönetmenin ulaşamayacağı bir kademeye yerleştiriyor çalışmasını. Hint, Amerikan ve İngiliz ortak yapımı olan film isminden mülhem, düşüşün kaçınılmazlığı içindeki kaderci eğilimleri, gerçek ile hayali bir masal üzerinden bilinç ve bilinç dışı bağlamında anlatıma çabalayan bir yapım olma özelliği taşıyor. Çekim ve kurgusu 2006 yılında tamamlanan filmin görsel zenginliğinin kaynağı, Singh’in 4 yıl boyunca tek bir kare için dahi olsa, dünyanın farklı coğrafyalarına uğramış, farklı yapılarını ziyaret etmiş olmasıdır. Bu görüntü akışı hikaye içinde hikaye anlatmaya gayretli yönetmenin tekniğine ve üslubuna müthiş bir özgünlük ve nefis bir seyir zevki katıyor. Ekip çekimler için, Aya Sofya (Türkiye) da dahil olmak üzere Hindistan, İtalya, Güney Afrika gibi ülkelerle birlikte 18 ülke ve 26 farklı mekana uğramıştır.

Yorum-Değerlendirme

“Gerçek yaşamı girift bir masalın içinde aramak, ararken kaybolmamaya özen göstermek”  “The Fall” filmini özetleyecek kapsamlı bir cümle. İç yaşantı değişince masalın da değişerek sürmesi, kırgınlıkları, sakatlıkları, sevinçleri, aşkları masal kahramanları üzerinden görsellendirmeye ve dillendirmeye çalışmak, gerçek yaşama alternatif ve fantastik bir paralel yaşam arayışını andırıyor. Bir ben-sen ilişkisinde, ben’in bilincinin idaresindeki fantastik bir masalın sen’in (o’nun) bilinçaltı müdahaleleriyle biçimlenişi sergilenmesi.  İki karakter üzerinden aktarılan bilinç-bilinçdışı karşılaşması, bize bilincin yok hükmünde sayıldığı bir ortamı da vermiyor. Masalda geçerli olan her durum, gerçek hayattaki bir durumun yansıması olarak yerleştiriliyor büyük resmin içeriğine. Bunun aksini de düşünmek mümkün bir bakıma; masalda gerçekleşen her durum gerçek hayata tecessüm ediyor iki karakter üzerinden.

Düş gücü ve zekânın birleştiği noktada, bilinç ve bilinçdışının kimi zaman çatışmalarını, kimi zaman da işbirliğini görebilmekteyiz filmde.

Bilincin (Roy) hükmü umutsuzluk ve ölüm üzerine yönlendirme ve göndermelerde bulunurken, bilinçdışı (Alexandria) umudu, yaşamı besliyor hikâyede. Umut-umutsuzluk ekseninde çizilen bir ilişki yaşam-ölüm çizgisine çekilebiliyor bir anda. Hikâyeye müdahil olmanın koşulu, bilindik bir yüz olmaktan geçiyor. Bu bilindik yüz de yine kimi zaman bilincin kimi zaman da bilinçdışının eseri oluveriyor. Yine de hikâyeyi Alexandria’nın (bilinçdışının) gözünden izlediğimizi, işaretler Roy (bilinç) tarafından verilse de seçimlerin Alexandria tarafından yapıldığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu bize müthiş bir analojinin kapılarını açıyor.

Hikâyenin, Alexandria’nın bakışı ve biçimlendirmesiyle izlediğimiz sonucuna, görselliğin zenginliğinden yola çıkarak varabiliyoruz. Çocukların dünyası ne olursa olsun, renklerin cümbüşüne açıktır. Acılar, karamsarlıklar, kötülükler, koyuluklar, genelde büyüklerin; bu filmde Roy’un zihnine hâkimdir. Biz hikâyeyi Roy’un gözünden izlemiş olsaydık, karanlık bir dünyanın ortasında bulabilirdik kendimizi. Çocuğun bakışı, bizi Roy’un pesimist havasından kurtaran bir can simidi gibi. Tarsem Singh’in film tekniği ve üslubu açısından izlediği yol, ilk filminden birkaç adım ileride, görsel bir şölen vaat ediyor. Bu görsel şölende, filmin arka planına yerleştirdiği sürrealist felsefenin etkisi son derece mühimdir. Filmin afişini gördüğümüz andan itibaren bu algıya kapılabiliriz.

Afiş, Salvador Dali’nin ‘Face of Mae West’ adlı portresinden esinlenerek, hatta alıntılanarak oluşturulmuştur. Singh, bu açıdan bakıldığında, anlatacağı hikâyeyi sürrealist çizgiye tutunarak başarabileceğini, daha filmi izletmeden gösteriyor. Zira, filmin her bir karesi, sürrealist bir tablo misali insanı cezp ediyor.

Düşüş filmi, umut-umutsuzluk ikilemini varoluşçu/sürrealist bir çizgide aktarmaya uğraşan bir yapıt. Pesimist söylemin ve edimin, bilin-bilinçdışının birlikte etkinliğiyle bertaraf edilebileceğini tasvire çalışan bir eser. Didaktik olmaktan öte lirik bir dilin tercih edildiği, görselliğiyle resimden de ötede adeta şiir tadı veren bir sinema filmi. İzlediğinizde sizi metafor yağmuruna tutan, felsefi ve psikolojik temelleri sağlam bir sanat eseri. Burada düşüşün çıkışa dönüşebileceğini, sona yaklaşırken başa dönme çabasında insanın uğradığı değişimi betimlemeye çalışırken kullanılan dil bütünlükçü sanatın dili. İlk sahnesinden, son sahnesine de içeriğinde bir mesajı barındırma gayretini taşıyan bir ürün. Seyircisine mesajını da böyle bir gayretin sonucunda vermenin yollarını arıyor Tarsem Singh. Filmin mesajı ise bizim için artık çok açık. Yaşamın dikotomileri sandığımız algı ve duygu yanılgılarımıza bir cevap gibi, Heidegger’in yaptığının aynıyla Hölderlin şiirinden mülhem bir bakış; Bir düşüş, içinde kurtuluşu barındırır, yalnızca onu gizlendiği yerden çıkarmak gerekir!

 

Engin Erdemir

İZDİHAM