27 Şubat 2016

Emine Şimşek, Ben de Alıp Başımı Gitmesem

ile izdihamdergi

Yürürsün yürürsün yürürsün yürürsün… O kadar çok yürürsün ki dizlerinin sızısını bile hissetmezsin. Artık iyiden iyiye zorlayan ayakkabınla bir derdin yoktur, acısın parmakların. Hatta kesilsin. Yok kesilmesin parmakların onların bir suçu yok. Aslında bir suçlu olması gerekmez her zaman. Katil olmak için birini öldürmeye gerek yoktur. Elini bir kalbin kanına bula. Çek elini ya da karşında heyecandan tir tir titreyen ellerden ve git. Giderler hep zaten bir kadir kıymet bilmeze.

Hep böyle olur, hep… Romanlarda olmaz bu ama. Raskolnikov mesela ‘Sonya’ der susar. Sonra Nüzhet aslında hiç yalan söylememiştir. Bir de şey var. İsimleri aklıma gelmeyen; ama o hep sevdiğim kahramanlar. Hep o çok sevdiğim kahramanlar yüzünden geldi başıma ne geldiyse. Ne kadar çok inandım onlara ben böyle. Ve şimdi soruyorum kendime, sürekli soruyorum ağlayarak inim inim inleyerek yanılgılar yanlışlar içinde ‘Neden ve nasıl inandım ki size? Neden ama neden ki?

Sonra günlerden pazar çoğu zaman olmasa istiyorum. Günlerden bir güne dönüşüyor nasılsa zamanla her şey. Gözlerin mesela günlerden bir güne dönüşüyor, kelimelerin, bağırmaların, sinir krizlerin, eline bıçağı alışın ve sonra… Ve sonra işte her şey nasılsa bir azaba varıyor. Bismillahsız başlamışsın zaten sevmeye, anlıyorum bunu, yürüyüşünden, ekmeği bölüşünden ve sonra çorba yapışıma hiç aldırmayışından, çok sesli zamanlarıma ya da apansız öylesine durduk yerde balkona fırlayışıma hayret etmemenden anlıyorum. Bir de sahi bir gün bile Nas Felak okumadın yüzüme bakarken. Oysa işte kitaplar. Hayır kitapların suçu yok. Onları yazanlar… Vebali onlara desem…

Şimdi benim, bu gecesi gündüzüne karışmış benim, gözleri ağlamaya dönüşmüş benim. Evet gözleri ağlamaya dönüşmüş benim ettiği dualar kabul olmasın. Yoksa kırılır parmakların Nûn. Parmakların… Senin parmaklarına bir şey olursa kalmam ki ben. Bir anda işte belki de olması gerektiği gibi zaten, evet öyle belki de, yok olurum. Kırmızılar yok olur, tarçınlı kurabiye kokusu, heyecanlı ve nezle kızlar, Turgut Uyar, şarkılar, pekmez ve zencefil karışımı, kansızlığı nükseden mısralar… Yok olsun zaten de mi hepsi, ne gereği var. Kansızlığı nükseden mısralar olur mu hiç, kansızlıktan nefret etmeye dermanı kalmamış ancak ben olabilirim. Ancak ben olabilirim sürekli ve hiç durmadan Cem Karaca dinleyen. Cem Karaca dinleyen ve ‘’ Ne olur tut ellerimi’’ sözü geçerken göğe bakan. Göğe bakıp annesini özleyen. Annesini, o yarasına her bakışında aklına gelen annesini özleyen.

Gitmek için tonlarca neden gerek; ama gidememek için tek bir şey yeter. Tek bir şey işte. Tek. Bir. Şey. O tek bir şey yok. Belki hiç olmadı. Bir varsayımdı ütopyaydı, tüme varımın hiçbir şeysiydi. Sosyoloji dersindeki dalgınlığımdı belki, Sezai Karakoç’ a fazla inanmamdı. Çiçek bahçesi olan bir ev hayaliydi, merdivenlerden gelen ayak sesiydi. Her neyse işte yok işte sonuç olarak, ama acıtan belki de hiç olmamışlığı. Hiç olmamışlığı. Hiç.

İşte bir de gidenler bulunmak ister çoğu zaman. Nereye gidebileceğini bilen birini bırakmamışsa arkasında neden yaşasın ki insan? Ve neden bunca şey. Yani bu kızıl kıyamet akşamlar, bayramları hınca hınç dolu otobüsler, peynirli poğaçalar portakallı kurabiyeler, deniz kenarında elinde bir buketle adamlar neden ki?

Yani her şey neden?

Yürürsün yürürsün yürürsün yürürsün… Biri gelsin seni bulsun istersin. Biri gelsin seni yaşamaya ayartsın. Aynı yerde işte. Hep usul adımlarla. Bir aşağı bir yukarı yürürsün. Ne gelen ne giden varsa zaten hiç olmamıştır belki de.

Yürürsün.

Emine Şimşek, Yolcu Dergisi 66. Sayı

İZDİHAM