15 Kasım 2018

Elizabeth Harrower, Gözetleme Kulesi Kitabından

ile izdiham

“Madem artık babanız da yok…”

Stella Vaizey, karşısındaki iki yüzün daha da meraklı bir hal aldığını görünce duraksadı. Ne kadar da bilmiştiler! Sizi inatçılar, George Washington’lar, iyimserler sizi!

“Öldü,” diye ciddiyetle düzeltti kendini, biraz da olsun karşısındakilerin canını yakmak istercesine. “Madem artık babanız da öldü, üçümüz bundan sonra Sydney’de yaşayacağız.”

Müdire Lambert’a çevrilen ifadesiz ve bekleyiş içindeki simalar, kocaman açılmış gözler, onun da üzüntülü bir şekilde durumu başıyla onayladığını gördü.

Bu bakışmaları kayıtsızca fark eden kızların annesi, “Evi satıp şehirde bir daire tutunca, Bayan Lambert’a haber vereceğim,” diye devam etti sözlerine.

Okul arazisinin dışında, uzaklardaki bir dev okaliptüs ağacının dallarından, bir saksağanın veya strepera kuşunun [1] ya da şehirde duymayı hiç ummadığı başka bir kuşun, umursamaz ve son derece kendinden emin ötüşü duyuldu. (Birisi iç çekti.) Daha yakınlardan ise bir tenis kortundan gelen hayat dolu sesler ve gülüşler duyuluyordu.

“Sizden bu konuyu tekrar düşünmenizi rica edemez miyim Bayan Vaizey? Laura’nın zaten son bir-iki yılı. Biliyorsunuz, o bizim en iyi öğrencilerimizden.” Laura o zamana dek babası gibi tıp okuyabileceğini düşünmüştü, ama ne olacağı soruldukça operada şan sanatçısı olma hevesini de dile getirmişti. Böyle fikirler ne kadar gülünç ve olanaksız görünse de, Bayan Lambert kabul ediyordu ki insanlar dünyanın dört bir yanında operalarda şarkı söylüyordu ve Laura da müthiş bir mezzosoprano sese sahipti, müzik yeteneği ve dillere yatkınlığı da vardı. Ama zavallı babası –kırk beş yaşında, Bayan Lambert’tan beş yaş genç olduğu halde– bir hastasını ziyarete gitmek üzereyken arabasının yanı başında kalp krizi geçirmişti ve artık –bir müdirenin bakış açısından– kızının hayatı tehlike altındaydı. (Tabii ki Clare’in hayatı da tehlike altındaydı, ama o henüz sadece dokuz yaşında olduğu için, en azından geleceğe dair planları söz konusu olduğunda, o kadar da tehlikeli bir dönemde değildi. Ne olmak istediği sorulduğunda, Bayan Lambert’ın okul tarafından aşılandığından emin olduğu dimdik bir özgüvenle “Fizyoterapist olacağım Bayan Lambert,” ya da “Sosyeteye gireceğim Bayan Lambert,” diye cevap veren başka öğrencilerin aksine “Bilmiyorum,” derdi. Ah, o kararlı tatlı kızlar!)

Bayan Lambert bir yandan “Laura’nın kariyeri konusunda… Pek çok şey yapılabilir. Çeşitli burslar var örneğin…” diye mırıldanırken bir yandan da ayağa kalktı, çünkü o esnada Stella Vaizey de hem teskin edici hem de aşağılayıcı bir özgüvenle mırıldanmaya devam ediyordu: “Kızlar şu anki durumu anlıyorlar. Babaları pek hesabını bilen biri değildi.”

Anlayışa davet edilen kızlar, meraklı bir kararsızlık içinde Bayan Vaizey’ye bakıyordu. Bu kadar az umursandıkları için dehşet içindeydiler. Babaları hayattayken zaman zaman annelerini onlara tercüme ederdi; şimdi kendine ve Clare’e tercüme yapmak Laura’ya düşüyordu. Bir süre önce annesini şöyle anlatmıştı: “Aslında gerçekten muhteşem bir insan, sadece ne yapacağı pek belli olmuyor. Sanırım sıradışı oluşunun nedeni Avustralyalı olmaması. İnsan Hindistan’da doğmuşsa, ister istemez farklı oluyor.”

Clare, bir parmağını üzerinde gezdirdiği mavi çizgili ödev defterinden başını kaldırıp pırıl pırıl açık mavi gözlerini ablasına çevirmişti. Prenses Elizabeth’in pastel portresine bakarak düşüncelere dalmış bu yüzü donuk bakışlarla tetkik ettikten sonra gözleri tekrar aşağı çevrilmiş ve üç uzak şehir arasında saatte yüz, yüz on ve yüz elli kilometre hızla seyahat eden trenlerle ilgili problemlere dalmıştı.

“Evet,” diye tekrar etmişti Laura, kaşları çatık, prensese bakarak.

“Hmm.” Clare’in onaylama tonu, çalan saate direnen bir insandaki keyifsiz, ertelemek isteyen ruh halini hatırlatıyordu, ama aklının bir köşesi de duyduklarından memnundu: muhteşem, ne yapacağı belli olmayan, Hindistan’da doğmuş.

Ama sadece on gün önce, güneş kadar sabit belledikleri babalarının, o zamana dek tanıdıkları herkesten daha az güvenilir olduğu ortaya çıkmıştı. Bayan Vaizey gelip haberi vermiş ve gitmişti. Arkadaşları bir sinsi bir cana yakın görünen yüzlerle onlardan uzaklaşmış, koridorun ucunda durup, sanki Vaizey kızları gizli bir cemiyetin kurallarını ihlal etmişçesine aralarında fısıldaşmaya başlamışlardı. Bayan Lambert ve diğer öğretmenler kızlara sıcak davranıyordu, ama anneleri Bayan Lambert’la el sıkışıp onları da öptükten sonra okuldan ayrılırken ayan beyan ortaya çıkmıştı ki, olup bitenler karşısında ellerinden hiçbir şey gelmiyordu ve iki kardeşle bu görev icabı müşfik, tanıdık yüzler arasında bir uçurum vardı. Ufukta yavaş yavaş bir gerçek beliriyordu: Şu âna dek her şey bir alışverişten ibaretti. İkisi de bir faturanın üzerindeki sözcüklerden, rakamlardan, paradan ibarettiler.

Geri kalan okul günlerinde dünyalarının almakta olduğu yeni şekle derinden şaşırarak birbirlerine baktılar sık sık. Ölümle, Sheila ve Rose ile sonsuza dek süreceğini düşündükleri arkadaşlıklarının kesilivermesiyle ve pek de iyi tanımadıkları annelerinin insafına terk edilmiş olmakla (öyle hissediyorlardı) kıyaslayabilecekleri bir şey yaşamamışlardı daha önce. Bayan Lambert ve okul gibi abideler, bir ara Sydney plajında bir sanatçı tarafından kumla yapılmış, insana benzer ifadesiz yaratıklar kadar zayıf ve temelsiz kalıvermişti.

Laura’nın babası –babası– Dr. Laura Vaizey diye yazılar karaladığı kâğıt parçaları kadar kolaylıkla ortadan kaldırılıvermişti. Okul hayatının hiç şüphe edilmeyen o tanıdık evrimi –“ufaklık” olarak girmek ve canını dişine takarak çalışmış, en zor sınavlardan geçmiş olgun biri olarak çıkmak– herkes için aynı kesinlikte işlemiyordu demek ki.

Laura çeşitli kitaplar okumuştu. Başka yüzyıllarda geçen, kendi çağından son derece uzak karakter ve koşullarla bezeli birkaç dramatik hikâye dışında hepsinde genç kadın kahramanlar mutlu sona ulaşıyordu. Tüm planlarının altüst olduğu ve hiç ümit kalmadığı durumlarda bile, korkunç bir yanlış anlaşılma olduğu ortaya çıkıyordu. Sonra kızlar ve sevdikleri, gökkuşağı renkli geleceğe doğru gülerek ve koşar adım ilerliyordu. Kendisi de genç bir kadın kahraman sayılmaz mıydı? Diğer trajediler de (Bayan Lambert’ın klasikleri) çok güzel ve üzücüydü tabii, ama gerçek hayat gibi değildi onlar. Dolayısıyla Vaizeylerin başına gelen şey trajedi olamazdı; yalnızca afallatıcıydı, geleceği gizemli ve tahmin edilemez kılıyordu. Bir sonraki gün, bir sonraki hafta, bir sonraki yıl, sonraki beş yıl dipsiz bir boşluk gibi, dünyanın bittiği yerde başlayan uzay boşluğu gibi dururken sabahla öğlen, öğlenle akşam arasını planlamak tuhaf geliyordu. Artık pek hatırlayamadığı çok önemli bir keyfi ya da kendinden bir parçayı yitirmiş gibi hissediyordu. Düşleyecek hiçbir şey yoktu!

Clare okuldan ayrılmayı daha kolay hazmetti, çünkü en başından beri oraya bir tür ceza olarak, ya da baştan savılmak için gönderildiğini düşünüyordu. Uzun zaman önce bir gece annesiyle babası kavga etmişti. Şimdi unuttuğu, ama o zaman anladığı ve aklında kalan şeyi ifade eden sözcükler kullanmışlardı. O ve Laura artık istenmiyorlardı. Okul sonsuza dek göz önünden kaybolabilecekleri bir yerdi.

Zaten, buraya yıllar önce gelmiş olmasına rağmen, hiç kimse ulaşmaları gerektiği söylenen hedefin ne olduğunu açıklamamıştı ona. Başka yerlerde amaçlar daha belirgindir, öykülerin başları anlatılır – en azından birinin bir yerde bulunma sebebinin ne olduğu söylenir.

Elizabeth Harrower, Gözetleme Kulesi

İZDİHAM