12 Ekim 2016

Elinin Hamuruyla Şair Olanlar; Didem Madak, Ah’lar Ağacı

ile izdiham

Bir ağaçtan düşmüştüm eskiden. En dertli olduğum anda sevdiğim o türkü çalınca nasıl ah diyorsam, o düşüşümde de öyle ah etmiştim. Hangi meyveyi veriyordu ağaç, yapraklarını ne zaman döküyordu, hangi kuş yuva yapıyordu, dalına kimler salıncak kuruyordu, elindeki çakıyla kim aşkının baş harfini kazıyordu hiçbir bilgim yoktu. Ağaçtı işte. Kimliğini, toprağa salmış köklerinden anlayabileceğim ağaçtı. Ah demeseydim içim kurtlanacaktı sanki. Elimde tuttuğum kitabın acısı neyse, düştüğümde de aynısını hissetmiştim.

Kimse kapıyı tıklamıyor, ama herkes kapının açılmasını bekliyor. Daha ilk sayfalarda ahlat ağacına öyle içten haykırıyor ki, o ağaca yaslanıp sonsuza dek uyumak istiyor insan: “Bazen ah diyorum durmadan/ Şimdi ben ahlatın başında, otuz iki yaşımda /Ahlar ağacı gibi… /Gülümsedim o sıra, bazen sevinirim. /Sevinmek nedense hep yedi yaşında /Ve ah… dedim sonra, Ah!” Uyumak istiyor insan demiştim ya vazgeçtim. Sanırım yedi yaşıma geri dönme isteği daha ağır basıyor. Sahi, yedi yaş sevinçlerini hatırlayanınız var mı ki?

“Sesimin tonunu emanet ettiğim ahlat ağacına” diye ithafta bulunan şair, genç yaşında ah’larını da heybesine alıp dünya hayatının bitiş çizgisinden el sallıyor. Kırk bir yıllık ömrüne az ama öz diyebileceğimiz eserler bırakıyor. Hukukçu kimliğinin fazla bilinmemesi de galiba yazmaya olan ilgisinden ötürüdür. Farkında olmadan kitabında vasiyetini de yazmıştır: “Vasiyetimdir: dalgınlığınıza gelmek istiyorum/ Ve kaybolmak o dalgınlıkta. Vasiyetimdir: en güçlülerinden seçilsin beni taşıyacak olanlar/ Yükleri ağırlaşsın diye iyice/ Tabutumun içinde tepineceğim.” Ah’tan, ölümden, acıdan başka üzerinde en çok durduğu konu annesi olmuştur. İnsan, annesini yazınca daha mı çok şair oluyor bilmem. Ama anneler şiirdeki yerini alınca, dizelerin daha çok lavanta koktuğu apaçık bir gerçek.“Annem çok sevinmelerin kadınıydı/ Bazen sevinince annem gibi/ Rengârenk reçeller dizerim kalbimin raflarına/ Annem çok sevinmelerin kadınıydı/

Belki çok iddialı olacak ama rahatı kaçacak diye korkan varsa bu kitaptan uzak dursun. Çünkü sayfalar ilerledikçe mutlu şey okuma olasılığı hızlıca düşüyor. Hani hep bir beklenti olur ya, “dur hele ya, sonlara doğru düzelir belki” diyenler varsa lütfen bu beklentinizi hiç kurmamış gibi bozun. “Geçti ömrüm iklimden iklime/ Yuva yaptım kaç paket cigaranın bacasında/ Yorgunum, kahvem çamur gibi/ Batmaya da razıyım, artık beni anla/ Yeter ki sen beni/ Hiç yazamayacağım bir romanın kollarına atma./  Kitabına bu cümlelerle son veren şair erken ölmekte haklı gibi görünüyor. Hele bir de aşkı anlattığı sayfaları okuyunca ah’ların sayısı artıyor. Artık payımıza ne kadar düşerse nasipleniyoruz. “Siz aşktan n’anlarsınız bayım?” adlı şiirini okuyunca aklıma nedense hep, “Düşürdün aşkın nârına, karıştırdın küle beni. Atın yolun kenarına, yâr geçtikçe göre beni” dizeleri gelir. Ekin idim, oldum harman türküsünden…“Kalbimin ucu kararmış bir tahta kaşık gibiyim bayım/ Kendimin ucunu kenar mahallelerine taşıdım/ Aşk diyorsunuz ya/ İşte orda durun bayım/ Islak unutulmuş bir taş bezi gibi kalakaldım kendimin ucunda/ Öyle ıslak/ Öyle kötü kokan/ Yırtık ve perişan/. Şair de sanki gelen sayfada bana cevap veriyor gibiydi: “Ölümün ötesinde bir köy vardı/ Orda, uzakta, kalbimin en doğusunda/ Şimdi bana yalnızca/ Dertli türkülere duyduğum karşılıksız aşk kaldı.”

Hem kadın olup hem de şair olmak, açık yaraya tuzlu bez değdirmek gibiymiş. Acıları ikiye katlamak gibiymiş. İlla ki ağaçtan düşmek gerekmiyormuş ah demek için. Sayfaları okudukça nesi varsa düşüyormuş insanın. Şimdi neresinden tutarsanız tutun elinize ah’lardan bir sızı değmiştir. Ama bu kadar acıya ne gerek vardı ki? Zaten zamanı gelince ölmeyecek miydik? Ah be Didem Abla, bu kadar ah edecek ne vardı söyle bize. Tıpkı yazdığın gibi “gam yükünün kervanları yürürdü dudaklarımda”, kaldı tadı damağımda. Acın, acımızdır. Ah’ların âh’ımız. *Ah şimdi seni vursalar bir kuş yerine. Belki akşamları mezar başına gelir incir kuşları…

Artık hangi ağaçtan düştüğümü gayet iyi biliyorum. Meyve veremeyecek kadar yaşlı, güneş alamayacak kadar utangaç bir ağaç. Nakışlı mendilimin içinde kuruttuğum bir âh kaldı bana yadigâr.

“Başıma rüzgâr vardı

Başımda uğultular

Yine esiyordum

Hızla dönmeye başladı kalbim.”

 

Kevser Tekin

İZDİHAM