5 Ocak 2019

Ecem Aktaş, Rüya

ile izdiham

Önerilen müzik: Beirut- Ederlezi

Kapının sesini duydum, deprem oluyormuşçasına yatağımdan fırlayıp kapıya koştum. Minicikti ayaklarım, annem terliksiz olduklarını görüp üzülmesin diye daha da hızlandım. Odamdan salona açılan ilk yokuşa vardığımda başımı göğe kaldırdım. İri iriydi ve henüz deşilmemişti gözlerim. Makyaj yorgunlukları taşımasına da daha yıllar vardı. Masalsız uyuduğum gecelerin içli, masum yaşları değmişti sadece.  Bu yokuş, okul yolundakilere benzemiyordu. Geri dönüp biricik kalkanımı, çelik kuş tüylerinden yastığımı aldım, sıkıştırdım kolumun altına. Daha da sıkı tuttum savaş silahımı. Kulağımda bir müzik kutusunun bando sesleri. Uygun adım tırmanmaya başladım kapıya açılan yokuşu.

 Burnum akıyordu, annem yine haklıydı, ayaklarım üşümüştü kesin. Üzülme anne dedim içimden, bu kez sana yaptıramayacağım, bin bir sebzeli çorbayı nazlanmadan içeceğim.

  Nefesim hiç tıkanmıyordu, sigarayla tanışmama daha 15 yıl vardı. Burnumu çekerken gözlerimi kapattım, birden yere düştüm. Puantiyeli pembe pijamamın dizi yırtıldı. Oysa bir fotoğrafımız vardı seninle anne,  benim boyuma inmek için eğildiğin. Çok sevecektim ben onu yıllar sonra. Sen anılarımdan da genç olacaktın. Yastığımın yerinde, bana aldığın neye benzediğini şimdilerde unuttuğum, şirin bir oyuncak ile çekildiğimiz fotoğraf hani. Çelik tüyden bir muhafıza ihtiyacım yok o zamanlar. İşte o hatırlayamadığın fotoğrafta üzerimdeydi bu pijamam. Nerden bilirdim yasa dışı kurşunları geçirmeyen bir tür tılsımı olduğunu. Onun da yırtılana dek beni olmayanların eksikliklerinden koruduğunu. Dizine dikiş  atacak bir sen yoktu anne, 21 yaşındayım ve  26 yaşında gözümü rahatsız eden ışıkları hedefleyen bir namludan yasal bir kurşunla vurulacaktım. 

Bana inan, baktım dizime ama ağlamadım hem biliyordum babam kapıdaydı ve kesinlikle cebinde o çok sevdiğim, eve gelmesi yasak çikolatalardan vardı.

  Yastığımı daha sıkı tuta tuta ayağa kalktım. Yokuşu bitirdim sonunda. Çok uzaklardan müzik kutumun sesini duyuyordum. Rap rara rap… Uygun adım dans ediyordum bandodaki küçük trampetçilerle. Ön dişlerimden biri ağzımda değil yatağımın içinde bir yerlerdeydi. Hiç inanmamıştım bir perinin gelip onun yerine hediyeler bırakacağına. Hayata gerçekçi bakmayı öğrenmiştim. Küçük bir savaşçıydım. Çelik tüylerini yokuşta birer bitki örtüsü olsunlar diye döken kalp kırıklıklarından doldurma yastığım elimde, büyük görevlere atılıyordum daha 4 yaşında. Masallara, perilere, harikalar diyarlarına inanmak için kalbim biraz büyüktü. Zaten annem üzülmesin diye koymuştum yastığımın altına dişimi. Her aksam beni yatırmadığında başımın altından göğsüme batıyordu.

  Işıya ışıya bir ses ulaştı kulaklarıma doğru. Sesi duyduğum yere doğru yürüdüm. 19 yaşında korkmaya başlayacaktım müzik kutularından. Suni ve kayıp anneleri hatırlatacaktı bana. Kapı hala çalıyordu. Penceresinin önünde gözleri görmeyen bir de kedi… Önüme bir gölet geldi. Keşke terliklerimi giyseydim diye düşündüm. Bu beni durdurmadı, anneler de elbet yanılırdı. Çok soğuktu su. Minik kaya balıkları geçiyordu minik parmaklarımın arasından. Yüzümde tozlardan kubbeler vardı, yansımamda olmayan dişimin boşluğundan gördüğüm. Yüzümü yıkadım. Yanaklarım kızardı. Yürümeye devam ettim. Altın kumların arasından çıkan yavru balıkları görüyordum. Tıpkı benim gibi babasının cebindeki çikolatayı arıyordu onlar da. Eğildim iyice onları takip edebilmek için. Acaba hangisi hangisinin babasıydı? Eğildim, çok güzellerdi. Saydam ve hızlı. Eğildim. Suya değil onların dünyasına dalmak istedim. Düşlerimin ortasına düştüm. Bir tane bile yavru balık kalmadı etrafımda. Hepsini kaçırmıştım. Belki de benim yüzümden bir daha babalarını bulamayacaklardı. Ağladım. Annem sesimi duysun diye daha çok ağladım. Çok. Daha da çok. Ama annem gelmedi.

  Ağlamaktan yorgun düşüp, vazgeçtim beklemekten. Bu ilk vazgeçişimdi. Kendimi susturmayı öğrenmiştim. Mavi bir balık görüp onu takip ettim. Bir yandan gözüm hep etrafta, dizim acıyordu, ıslaktım, üşüyordum. Terliklerim de yoktu, üstelik burnum durmuyordu. Annemi de arıyordum artık. Sahi neden gelmemişti?

  Mavi balığı takip etmeye devam ettim. Su seviyesi düşmeye başlayınca ona teşekkür ettim. İçimde hep yalnız, yolumda hep kalabalık olacaktım, gördüm. Yoluma devam ettim. Önümde kocaman çimden bir tepe vardı. Yastığım su çekmiş, eriyip göle karışan kalp kırıklıklarından geriye ruhumun boşluğu kalmıştı içinde, ağırlaşmıştı. Koydum onu güneşin tam altına, bende yanına uzandım. O benim yastığım, annem masal okumadığında ona sarılır ağlardım. Babam saçımı okşadığında bende onu severdim uyumadan. Rüyalara dalınca beni kovalayan canavarlarıma duvar olurdu. Şimdi ıpıslaktı ve yorgun düşmüştü. Dinlenmeliydik. Ama hala kapı çalıyordu.

  Biraz kuruduktan sonra koyuldum yola,  çimlerin arasında yürümeye başladım. Bu kez ayaklarımın etrafında minik balıklar yerine solucanlar vardı. Kıvrım kıvrım,  boğum boğumdular. Acaba onlar da çikolata seviyor muydu? Benim gibi babasına ulaşmak için odasından evin kapısına gidene kadar bu kadar serüven yaşıyor muydu?

  Çimden tepenin sonuna geldim. Artık çok susamıştım. Kapıyı gördüm. O kadar büyük bir sevinçle o kapıya koştum ki yastığımı çimlerin üzerine düşürdüm. İlk fedayı, ilk ayrılığı yaşıyordum.

  Kapıyı açtım. Zil hiç çalmamıştı. Babam yoktu. Ceketinin cebindeki çikolata yoktu. Yatağımın yanında unutabileceğim bir terliğim yoktu. Yastığım o evi terk ederken çocukluk yatağımın üzerinde unutulmuş, bana küsmüştü. Arkamı dönüp baktım. Bu ev, annemin evi değildi. Bu kapı babamın işten gelişine açılmıyordu. Herhangi bir yirmilerimde, sevmediğim evimde, eşiğe oturmuş ve iliklerine kadar kimsesizdim. Unutulmuş bir bavul gibi bu evde tozlanacak kadar yalnız. Üstelik bu emanetçide benden yüz binler tane daha vardı. Kimsenin konuşmaya da hali kalmamıştı.

  Yine de kapımı kapatamadım. O kapı kapanmasın, belki o ceketin cebinde erimiş bir çikolata gelir diye. Annemin çorba kokusunu bekledim. Bir sigara yaktım. Makyajdan torba torba olmuş gözlerimden yaşlar süzülüyordu. Yapayalnızdım. Onun sesini bekledim. İlk defa beklemeyi öğreniyordum.

Ecem Aktaş Kara

İZDİHAM