8 Mart 2016

Demir Özlü, Bunaltı

ile izdihamdergi

 

28 Mart

Günler bahara doğru gidiyor. Artık çok zaman geçti, hiçbir umut yok. Gelmemesine gitti bir kere o. Bütün dostlarımın bildiği, yemekleri çok sevilen bu lokantada onu nerden de anıyorum? Bütün bu satırları peçete yerine kullanılan kâğıtlara yazmasam deli olacağım.

Bir yandan da, herşeye karşılık insanoğlu küçük ve cılız bir varlıktır, diyorum. — Nasıl anıyorum, akşam yemeği yenen bu yerde? Bilmiyorum —büyük, kalabalık bir şehrin ortasında burası— zenginlikler yaşayan beyler, hanımefendiler için yapılmış bir yer mi?

Bilmek bile istemiyorum. Ne olurdu? Şimdi pencere önünde tek ve büyükçe masadayım, hiçbir şeyi, içime en acıtıcı köklerini sarmış özentilerimi anlamanın verdiği, idrâkin de sınırlarını aşan yalnızlığı düşünmeseydim.

— O çok ayrıydı. O akşam yemeği, geçen aylarla, varlığımdan ne kadar çok şeyler sürüklemiş. Bana ne kalmış? Geriye ne kalmış? Korkunç bir kuşkuyu yaşıyorum. Korkuyorum. Şimdi oturduğum masadan, kenarında oturduğum pencereden bile emin değilim.

Kimim? Neyim? Nerden geliyorum? Nerden gelip bu masaya oturuyorum? Pencerenin önünü seçmişim? Farkında bile değilim. Anlamıyorum, bu anda beni varlığımdan bile kuşkuya düşürecek ne çeşit bir güç olabilir? Bilmiyorum. Hafif şarkılarla başlamış. Hepsinin üstünde bu soru: Nasıl anıyorum? Hepsinin üstünde.

— Ne korkunç bir yalnızlıktı o; onu ellerimle, gören, görmeyi becerebilen gözlerimle nasıl da yitmeye bıraktım? İstemiyordu ama gidiyordu. Bilmiyorsunuz; şimdi bunları anlatmak hiçbirşeyi değiştirmiyor. Gece yarısı daktilomun başında, tavan arasındaki odada oturup uzun uzun yazdıklarımın çok şeyleri değiştirmesini isterdim. Çok şeyleri. Onlarla o insanüstü gücü kazanacağımı ummuştum. Yanılmışım.

—Şimdi artık hiçbirşeyi kimse değiştiremez. Yalnızlığım, yıkılmışlığım bile önemsiz. Caddelerle, kenar mahalle içki yerleriyle, geceleri sabaha kadar mavi kapılarını açık tutan kulüplerle bütün bir ömrü geçirmek mümkündür. Hepsinin üstünde ansızın anıyorum: saçları ne kadar güzeldi, beyaz ve solgun yüzü acımı arttırıyor. Ben şehrin kahvelerinde, lokantalarında yaşayan orta tabakadan insanı, birdenbire herşeyin üstünde anıyorum, son gecemiz miydi? Hangi elbiselerini giymişti?

Evet hatırlıyorum, elbisesinin gri ve kahverengi yuvarlakları daha belleğimden silinmemiş, unutmamışım. Biliyorum. Bildiğim bir şeyler var benim de.

— Bu dar bir geçitmiş gibi uzanan lokantada akşam yemeklerini yemeğe gelmiş silik resimleriyle titreşen insanların herşeyi bilmesinin ne önemi var? Saçları ne kadar güzeldi; pırıl pırıl, inceydi. Bilmiyorlar. Herşeyi bağıra bağıra anlatmalıyım. Duymalılar. Ağlıyor muyum? Ağlamam bile önemsiz. «Bütün gün ölüyorum» demeliyim. Nasıl karşılayacaklardır? Yanılıyorum. Kimseler bilmemeli. Yıllarca sokakta, deniz kenarı meyhanelerinde yaşıyorum, anlamamalılar. Deniz kenarında zengin yalıları olanlar, o zamanki utangaç iyimserliğimi. Bilmiyorlar, ne kadar gizliyim.

Nasıl önlerinden geçiyorum: Çok uzaklara onu yeniden bulmaya, ince, güzel saçlarını yeniden görmeye gidiyorum. Kilometrelerce uzakta. Yeni bir şehrin beni tedirgin eden karanlığı. Işıklar, elektrik ampulleri yanıyor. Bahçe parmaklıkları, bahçe içindeki evler önünden geçiyorum. Birden soruyorum: aylar sonra burdayım, bu yeni şehirdeyim, ayları, günleri sayarak bekleyip durduğum bu anı yaşamanın tedirginliği miydi? Yolda neler görüyorum? Nasıl da tedirginim? Uzağım? Nasıl uzağım? Nasıl uzakları yadırgıyorum? Akşam mı?

— Kendimi yeni davranışlara sürüklüyorum.

— Niçin sürüklenip gidiyorum? Kim beni yeni, yabancısı olduğum bir dünyaya götürdü. Hangi görünmez güç? — En büyük acım bu: o bütün çocukluğunu yaşamamış. İlk gençliğini yaşamamış. Anmam bile kötü. Küçük kahverengiler ve iç içe girmiş griler. Bacakları ne kadar kalın, ne kadar yumuşaktı. Şimdi daracık, şarkıları duyulan bu akşam yemeği yenilen yerdeyim —eskiden ağrılarla gelirdim, sıkılırdım— sessiz sokakta, ıslak, ince kumaştan elbiseler giyerdim; sonra bilmiyorum nasıl başka, uzak bir şehirde gözyaşlarım kalmış.

Şimdi akşam. Burdayım. Yeryüzündeyim. Büyük şehirde, sessiz bir sokaktayım. Pencerenin dibindeyim. Sokaklar yağmurla ıslanmıştı —ben gelmeden önce yağmur yağmış— eskiden de sokaklarda yürümüştüm. Bildiğim yerler buraları, kapıyı açıp girmiştim. Sessizdi içerisi. Güzeldi. İyice biliyorum.

Her akşamki gibi bir akşam bu. İşi hiç büyütmemiştim. Yemeğimi ısmarlamıştım; başkaları da gelmişti, beraberce yiyorduk yemeğimizi. Biliyorum, iyice sakındım, sanki tamamen unutmuştum; içimi yakan sıcaklığı silinmişti.

Birden anıyorum: birden ince ve güzel saçları, kahverengi kareli, gri elbisesini anıyorum. Unutmamışım. Seviyor muydum? Sadece kendimi, hırçın üstünlük duygumu yenmek için mi seviyordum onu? Bu bayağı toplumda ne güçlü bir bağlantıydı o. Gerçeği yenmek mi istemiştim? Elbet düşününce herşeye bir sebeb bulunabilir. Düşünmeyi —beni birdenbire sarsan anısı geçene dek— sonraya bırakmalı. Uzaktaydı, başka bir şehirde, başka insanlara yakındı. Aydınlık pastahane camları önünden geçen görüntüsü beni hiç rahat bırakmamıştı. Gülüyordu, ürkek sevinçlerini ona hiç çok görmedim.

Gittiğimde, kahverengi noktalı, gri elbisesinin yabancısıydım. Bunu ona da söylemiştim. Hiçbirşeye sahip olamıyacağını bilen acım sonucu değiştirmiyor. Yaklaşmayın! Siz akşam yemeklerini yiyen mavi gözlü beyler, küçük hareketli, zarif kadınlar. Bu yabancılığa hiçbirşey karışmamalı. Erginlik çağındaki kızların, eve geç geldiklerinde, ana babalarına görünmeden çıktıkları odalarında, kimseler görmesin diye eski okul defterleri arasına sakladıkları yazılar yazacağım. Ne kadar aldanmışım.

Toplumu bir yana atıp içimin sürüklenişlerine kapılmıştım. Uzaklaşış sonraları çok büyüdü. Yanılmışım. Duymadın. Kimselerin bu yabancılığı bilmesi gerekli değil. Kahverengi kareler, gri renkler. Yabancılığımı düzenli masalar, ürkek hanımlar, ardarda içilen içkiler gidermiyor. — Anıyorum. Yüzünün unutamıyacağım görüntüsü nasıl da belleğimden silinmemiş!

Demir Özlü

İzdiham