11 Ekim 2016

Dücane Cündioğlu, Cemil Meriç’in Tarık Buğra’ya cevabı

ile izdiham

Geçen sene, Cemil Meriç üçlemesinin hazırlıkları sırasında “Tarık Buğra”nın Cemil Meriç Eleştirisi” (Yeni Şafak, 13 Ağustos 2006) başlıklı bir yazı kaleme alıp Tarık Buğra”nın “Mehmet Nazım” müstearıyla nazım-nesir bahsinde Meriç”e yönelttiği bir eleştiriden söz etmiş; hatırlanırsa, aynı yazıda, Buğra”nın mezkur yazısını da aktarmıştım. Altı ay sonra üçlemenin üçüncü kitabını, “Bir Mabed Savaşçısı: Cemil Meriç”i de yayımlamış ve bu tartışmayı, Meriç”e yönelik eleştiriler bağlamında, tafsilâtıyla tartışma imkânı bulmuştum.

Cemil Meriç”in Tercüman gazetesinin İnci ekinde yer alan, ve tabiatıyla, tanımadığı genç (!) bir yazardan gelen bu eleştiriye sert bir cevap kaleme aldığını, kendisinin Mehmet Çınarlı”ya ve Ahmet Kabaklı”ya yazdığı iki mektuptan öğrenme imkânı buluyoruz. (Çınarlı, kendisine gönderilen mektubu çok sonraları yayımlamış, Meriç”in vefatından sonra bu mektubun tamamı, Kabaklı”ya yazılan mektupla birlikte Jurnal II”de de yer almıştı.)

Acaba Meriç, Buğra”ya (M. Nazım”a) cevaben yazdığı bu yazıda neler söylemişti?

Bu sorunun cevabını vermek kolay değildi. Çünkü Mehmet Çınarlı, Meriç”in mektuplarını aktarıp hadiseyi tasvir etmekle yetinirken, bu yazıdan sadece kısa bir alıntı yapmış ve çok ağır olduğu gerekçesiyle makalenin tümünü aktarmaktan kaçınmıştı. Savaşçı”nın yazımı sırasında, Mahmut Ali Meriç Bey, istirhamım üzerine, babalarının metrukatına bakmışlar ve fakat böyle bir yazıya rastlamadıklarını bildirmişlerdi. Çaresiz, kitabım da bu belgeden mahrum bir surette matbaaya gitmişti.

Çok kısa bir süre sonra, Mahmut Ali Bey”den sevinçli haber gelmiş; Cemil Meriç”in Tarık Buğra”ya cevabî yazısının metrukatı arasından çıktığı müjdesini (hem de yazının bir fotokopisiyle birlikte) almıştım almasına ama, doğrusu iş işten de geçmişti. Çünkü Savaşçı”daki tasvir, bu kısa cevabî yazının sağladığı imkânlardan mahrum bir surette kaleme alınmıştı.

Bu talihsizliği telâfî etmek amacıyla, Meriç”in Buğra”ya yazdığı cevabî yazıyı (belki de yazının bir versiyonunu) şimdi yayımlıyor; böylelikle geç de olsa Cemil Meriç bibliyografyasına küçük bir katkıda bulunmak istiyorum:

— “Muhterem efendim,

Bir varmış, bir yokmuş, zaman-ı evailde…

Küçük okuyucularım “bir padişah” varmış diyecekler. Yo, yo çocuklarım, aldanıyorsunuz. Zaman-ı evailde bir ”odun” parçası varmış. Bu, odunların en a”lası da değilmiş hani, alelâde bir odunmuş; kışın odalarımızı ısıtmak için ocaklarda, sobalarda yaktığımız cinsten.

Sayın M. Nazım”ın “Odun neler yapar” yazısı bana Collodi”nin yukarıdaki sözlerini hatırlattı. Ne diyor M. Nazım? “Sobaya iki odun atıver dersiniz. Odun ısıtır. Hiç kereste fabrikası veya bir doğramacı atölyesi gördünüz mü?..” diyor.

Sayın yazar bu nadide satırları, Pinokyo”ya nazire olsun diye kaleme almamış, “Çocuk Ansiklopedisi” de okumuyoruz. Bu sadece bir girizgâh. Edebî bir tenkide ”fennî” bir girizgâh. Biz de allâme muarızımıza uyarak önce odundan söz edelim:

Lugatçi Furetière ile şair La Fontaine, Fransız Akademisi”nde âzadırlar. Furetière aynı zamanda “Sular ve Ormanlar Müdürü” olan şairi cehaletle suçlar. “Herif süs ağacı ile orman ağacını birbirinden ayıramaz” diye atar tutar. La Fontaine”in cevabı şu:

— Sen ki herşeyi min”el-bab ile”l-mihrab bilirsin, söyle dostum Furetière, geçenlerde terbiyesizlik etmişsin, sana bir güzel ders vermişler, örse balyoz çalarcasına basmışlar sopayı sırtına. Sorması ayıp ama yediğin sopaların cinsi neydi acaba: süs ağacı mıydı, orman ağacı mıydı?

Bu küçük hiciv pahalıya mâlolmuş şaire. Furetière taşı gediğine koymuş, hem de nasıl:

— Odun deyip geçme; kaç türlüsü var. Bana sopa çalmışlar. Allah da biliyor ki hiç farkında değilim yediğim odunların. Amma da benziyoruz birbirimize, bakın, siz de farkında değilsiniz taşıdığınız odunların.

Frenkçe”de odunun bir mânâsı da: boynuz. Mme de la Fontaine”in kocasından ayrı yaşadığı da malûm. [Cemil Meriç, 3 Kasım 1970]”

 

 

Dücane Cündioğlu

İZDİHAM