1 Mart 2016

Cemal Süreya’nın Ahmet Kaya ile Yaptığı Röportaj

ile izdiham

Aşağıda, Cemal Süreya’nın Ahmet Kaya ile 1989 yılında gerçekleştirdiği söyleşi bulunuyor.

 

Ahmet Kaya bu söyleşiden yaklaşık on yıl sonra, 10 Şubat 1999 gecesi Magazin Gazetecileri Derneğinin ödül töreninde “Yılın Sanatçısı” ödülünü alırken yaptığı konuşma sonrası linç girişimine uğradı. Daha sonra ülkede yaratılan atmosfer ve hakkındaki ceza davaları nedeniyle yurt dışına çıkmak zorunda kaldı ve 16 Kasım 2000 tarihinde Paris’te yaşama veda etti.

Cemal Süreya – Ahmet Kaya Röportajı

Ahmet Kaya’nın yükselişini neye bağlayabiliriz? Gerçi bir günlük, bir yıllık olay değil bu. Çocukluğundan beri ezgiyle uğraşıyor. Ama yükselme grafiğinde son zamanlarda bir sıçrama olduğu da bir gerçek. Kasetleri 1 milyonun üzerinde satıyor. Depolitizasyon politikasının bir yerde kırılmasının onun kişiliğinde, ona hayran oluş biçiminde de yansıdığını söyleyebiliriz. Kendisine gönderilen son mektupların birkaç yüzünü elden geçirdik. Hepsinde de aynı nitelikte bir coşku bulduk; demokrasi isteği, dünyanın değişmesi özlemi… Depolitizasyona ilk tepki müzik alanında doğdu, diyebiliriz. Mahkumdan da mektup alıyor Ahmet Kaya, infaz memurundan da; esnaftan da, işçiden de, terzi kızdan da. Mektuplarda, bir müzisyene gönderilenin çok çok ötesinde mesajlar var.

Kendisiyle görüşmek için önce Kadıköy’deki Olimpiyat Lokantası’nı seçmiştik. Ancak oradaki müzik yayını ve uğultu elimizdeki ses alma aygıtını sağır duruma getirince, sil baştan yapıp röportajı başka bir yerde gerçekleştirdik.

Ahmet Kaya kendine sonsuz güven duyan biri. Kendisiyle gönenen biri. Sözünü de sakınmıyor. Ayrıca kendi dalındaki başka sanatçılardan daha derin, daha mürekkep yalamış olduğunu her haliyle, her sözüyle ortaya koyuyor.

Sosyal mücadeleyi her şeyin önünde görüyor, aşkın da, ünün de, dostluğun da. Çelişkilerden korkmuyor. İçinden geldiği gibi konuşursa zaten çelişkiye düşmeyeceği kanısında sanki. “Devrimci müzik”i hayatının ve kişiselliğinin kendisi haline getirmiş.

Hüznünde alarm yok. Denebilirse, bir sevinç çığlığı saklı hüznünde.

 

Sevgili Ahmet Kaya, sana gönderilmiş son mektupların bir bölüğünü okudum. Bu senin gerçekten büyük ün yaptığının kanıtıdır. Ne mektuplar ama! Ne kadar güzel! Düşüncelerinizden ötürü kasetlerinizi dinlediklerini söylerlerken sorular yöneltiyorlar. Sözgelimi şöyle diyorlar: “Kendinizi bugünkü müzik içinde nereye oturtuyorsunuz?”

Bugüne kadar yaptığım müziğin bir altyapıdan hareketle oluştuğunu düşünüyorum. Benim, sınıfsal ilişkilerimin, sınıfsal yapımın, ideolojik anlamda geçmiş dönemde yaşadıklarımla beslenmesiyle öğrendiklerim ve yaşadıklarım müziğim için anahtar oldu. Her şeyden önce bir devrimciyim ben; Türkiye’de özgürlük ve demokrasi mücadelesi anlamında sanat alanında mücadele veren insanlardan biriyim.

 

Size mektup yazanlardan biri de şöyle demiş: “Müzikle demokrasinin ne olduğunu anladım”. Bu ne demek sizce?

Biraz önce dediğim gibi, özgürlük ve demokrasi mücadelesinin bir neferiyim ben. Kendimle yansıttığım şeyler insan haklarını, yitirdiğimiz demokratik haklarımızı ezgilerle sunmak, insanlara sorular sormak… Cevaplarımı zaten halktan alıyorum. Ben sadece soru soruyorum. Yaptığım müzik şu anda bir çözüm müziği değil. Somut durum müziği değil. “Ne yapmalı?” sorusunun yanıtını vermiyorum. Soruyorum; yaşadıklarımız gördüklerimiz bu; neler yapmak lazım… Sanıyorum arkadaşlar da bana yazdıkları mektuplarda veriyorlar cevaplarını. “Demokratın, demokrat olmanın ne olduğunu senin müziğinde gördük.” Elbet, bu benim için bir ölçü değil. Herhangi bir insanın gerçekten demokrat olması için Ahmet Kaya’nın şarkıları yetmez. Ama böyle bir sinyal gönderebildiysem ne mutlu bana!

 

Türkiye’nin bugünkü ortamında gerçek demokrat olmak size göre daha neleri içermelidir?

Yaşadığının bilincinde olmak. Türkiye’yi ve dünyayı iyi tanımak. Ayaklarını Türkiye toprağına basarak Türkiye’yi tahlil etmek.

 

Müzik sence bir yöneltme midir, yoksa bir yansıma mı? Araç mı, yoksa sonuçta elde edilen bir ürün mü? Daha açayım; bugün Türkiye’nin yansısı, Türkiye’nin izdüşümü müzikle de ifade edilir, resimle de, başka sanatlarla da? Müzik bunların en güçlüsü ve en yaygını. Türkiye’nin sesi, yansısı bugün hangi müzik türünde sizce?

Çağdaşlık ve ilericilik adına gerçekten evrensellik boyutlarına ulaşacak bir tür, bence uluslararası alanda bir anlam kazanacaktır. Türkiye’yi tanıtmak anlamında. 15 kişilik bir yurttan sesler korusu düşünün, diğer yandan 70 kişilik 7 sesli müzik yapan bir arabesk orkestrasını düşünün (Orhan Gencebay’ın yaptığı gibi). 15 tane otantik halk çalgısının bir araya gelip çıkarttığı tek sesli müzik mi, yoksa 70 kişilik orkestranın yaptığı arabesk müzik mi daha ileri. Geçmişte bize öğretilen burjuvazinin sunduğu tüm ileri olanaklardan yararlanmaktı. Şimdi, bunların hangisi Türkiye’yi daha iyi anlatır. Yalnız arabesk olarak bakmıyorum. Bir de politik yanı var olayın. Türkiye’nin gerçeğini, yaşanan olayları, Türkiye’nin doğrularını kaderci anlayışla anlatmak mümkün değil. Ve halk müziği dediğiniz zaman, uluslararası anlamda, “İşte bizim müziğimiz budur, Türkiye budur.” diyebiliyor muyuz? “Türkiye Köroğlu’dur, Pir Sultan’dır, Aşık Veysel’dir. Bizim gerçeğimiz budur” diyerek geçiştiriyorlar. Sinemadaki gibi, eski kilim göstermek gerekiyor ödül almak için. Türkiye’deki işçi sınıfının mücadelesini, emekçi yığınlarının gerçek anlamda verdikleri mücadeleyi sinemaya aktarmanızı Avrupalı istemiyor. Türkiye’yi gerçek anlamda anlatan müzik türlerine gelince, bu da işte bizim yaptığımız: İşkenceyi, insan haklarının hiçlenmesini, baskıları, demokratik haklarımızın alınmasını Türkiye dışındakilere doğru olarak anlatacak olan bizleriz. Halk müziği değil yani.

 

Bu müziğe ad düşünülürken “sol arabesk” dendi, “devrimci arabesk” dendi. Siz bir ad verebiliyor musunuz? Verilmiş adlardan birini kabul ediyor musunuz?

Verilmiş adlardan hiçbirini kabul etmiyorum. Protest müzik değil. Başkaldırı da denilen protest müzik türü yalnız sosyalist camiada değil, radikallerde de var, yeşillerde de var. Feministlerde bile var. Onlar kendi kavrayışları dışındaki anlayışlara tabii ki müzikle karşı çıkacaklardır. Öte yandan, benim yaptığım müziğe “özgün müzik” de diyemiyorum. Her sanatçının yaptığı özgün müzik. Orhan Gencebay’ın da… Varolan müziklerin karışımıyla özgün müzik olur. Ancak doğu-batı sentezi denilen yanlış ve sakat anlayışın bir ürünü değil.

Böyle bir sentez yok Türkiye’de. Doğu ritmlerini alıp üstteki melodik yapıyı Batı temasıyla işleyin, işte size, saçma sapan bir arabesk… Altı kaval üstü şişhane bir şey. Bizim yaptığımız müziğin özünde gerçekten Doğu kültürü yok. Yalnız diksiyonumuzda var bu. Ben Malatyalı’yım. Konuşmamda var. Kullandığımız bütün enstrümanlar Batı’nın. Hatta Türk halk çalgılarından bağlamayı bile şarkılarımda renk sazı olarak kullanıyorum. Aslında buna da karşıyım. Kısır ve çaresiz bir alet bağlama. Dar oktavlı bağlamayı temele koymak yetersizliğin bir göstergesi. Bir anlamda, “Türk olduğumuz için bizim sazımızdır” gibi fanatik anlayışa katılmıyorum ben.

 

Renk saz ne demek?

Diyelim, bir kasette 80 enstrüman var. Senfonik çalışmalarda. Bunları sınıflara ayırdığımızda (yaylılar, vurmalılar, nefesliler diye), aralarında dört, bilemediniz sekiz bağlama çalınır biter gider.

 

Daha çok aydın kesimde size yönelik eleştiriler var…

Aydınlar Ahmet Kaya olayına karşı yanlış taktik izlediler. Beni içlerinde eritmeyi düşünselerdi, Ahmet Kaya’yı yok edebilirlerdi. Zaten Türk halkı proleter aydınları bağrına basıyor. Burjuva aydınını sevmiyor. Burjuva aydınları çözümleme yeteneğinden yoksun. Bu yetenekleri olsaydı beni yaralamaya çalışmazlardı. Onların bende açtığı yaraları halk sarıyor. Bana çok saldıran o burjuva aydınları, geceleri karıları “ı-ıhh” dediğinde Mozart değil Ahmet Kaya dinlerler.

Feminist Mübeccel, kedileri çok seviyor. Sokaklarda gezen aç insanlardan değil de köşe başlarında yalnız kalmış kedilerden etkileniyor. Entel Hulki, son zamanlarda tüketimi hızla artan, Vakko ve Mudo patentli entel elbiselerden giyer. Ortaköy kahvelerinde küçük burjuva entel polemiklerine bayılırdı. Sonra nasıl ve neden olmuş bilmiyorum bir proleter entel Hulki’yi Ortaköy sahilinden denize atmış. O gün bu gündür Ortaköy sahilinde artık dalgalar vurup şarkı söylemiyor. Denizi bile küstürmüş bu Allahsız. Çıkarma hazırlığında olduğum kasette yer alan bir parçanın teması bu. Yani entel Hulki ve feminist Mübeccel.

 

“Türkiye’nin sesi, yansısı bizim müziğimizdir” dediniz. Alaturka ne zaman kaybetmiş işlevini?

Alaturka hiçbir zaman Türkiye’nin sesi olmamış ki! Alaturka, salt duyguya hitap eder. Saray kültürü ürünü. Oysa Türkiye’nin ve dünyanın sorunu bu değil; aşkı, meşki, sevdayı anlatmak değil. Alaturka müzik Dede Efendi’lerin ve diğerlerinin sevdaları, aşk ilişkilerinin kısır döngüsü içinde kalmış, bunların ötesine taşamamıştır.

 

Onlar da kendi özgün koşulları içindeydiler ama. Ben bugün için soruyorum. Hafif müzik için ne dersiniz?

Türkiye’de Hafif Müzik yok. Alt yapısında Batı müziği var.

 

Olması için ne gerekirdi?

Sınıf bilinci gerekiyor sanatçılar arasında. İlle de Türk Hafif Müziği denecekse, bizim yaptığımıza denebilir. Genel boyutlarıyla düşünürsek, böyle denebilir.

 

Peki, arabeskle ilişkiniz?

Arabesk müzikte vurmalı sazlar var. Yani tef, darbuka esas alınır. Özünde çok seslilik yoktur. Çok seslilik şu: Bir sürü enstrümanın bir araya gelip tek bir melodiyi tek bir seste değil de, farklı seslerde gerçekleştirmesidir.

 

Bir konuşmanızda “çeyrek sesten” söz etmişsiniz. Bunu açar mısınız?

Batı enstrümanlarında genellikle natürel sesler olduğu için komalı (yarım) sesler yok. Örneğin mi bemol 2′ye rastlayamazsınız. Çeyrek sesler bunlar. Çeyrek ses derken Türk müziğinde var olan bazı makamların (Hüseyni, uşşak, rast, hicaz vb.) oluşumunda icra edilen melodinin başlangıç ve bitiş noktaları arasındaki (örneğin, la sesiyle başlayıp bir oktav yukarı la sesi arasında var olan) si bemol, mi bemol, fa diye iki, do diye iki gibi perdelere çeyrek ses diyoruz.

 

Caz müziği hakkında ne düşünüyorsunuz? Bir ilişkiniz oldu mu?

Caz ciddi anlamda sözsüz bir başkaldırı müziğidir. Caz daha önceden bestelenmiş ve bestenin icrası anında zaman zaman değişik enstrümanların tek başına, doğaçlama dediğimiz tavırla kendi kalıpları içerisinde gezinmesini de içeren Amerikan kültürünün ürünü bir müzik türüdür.

 

Tangolar? Arjantin’de genelev müziği imiş tango. Borges’ten öğrendim. Tango sendeki duyarlığı etkiledi mi?

Tango bana göre çok militan bir tavırdır. Lakaytlığa yer yoktur. Cinselliği ve romantizmi özünde taşır.

 

Fransa’nın cumhurbaşkanlarından biri tango için “Niçin ayakta?” demiş. Yani dans olarak…

Adam doğru söylemiş… Bence de…

Türkiye’nin çeşitli coğrafi bölgelerinde türkülere yansıyan insani özleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Yani Karadeniz’de başka, Doğu Anadolu’da başka, İç Anadolu’da başka şeyler ön plana çıkıyor türkülerde.

Bu konuda uzman değilim. Anlattıklarımın hepsi benim subjektif yargılarım. Genel ve doğru kalıplardan uzak. Ben böyle düşünüyorum. Aykırı bir tip olmam da buradan geliyor.

 

Siz aykırı tip değilsiniz ki.

Bir tangoya bakış açım özünde çok farklı olabilir. Bunu felsefi anlamda temellendirebiliriz. Bir vals ile bir tangoyu karşı karşıya getirelim. Bir yanda tango çalsın, öte yanda romantizmi içinde barındıran ve insanların dans ederken saçma sapan şeyleri düşündüğü valsi alalım. Düşünebiliyor musunuz, insanların tango yaparken birbirlerine saçma mesajlar iletebildiklerini? Bu bir içgüdüdür. Herkes tango yapamaz.

 

Ben de yalnız tango yaparım.

O zaman sizde de biraz militanlık var.

 

Hızlı danslarda cinsellik var mıdır sence? Artık birbirimize sen diyelim istersen… Yeterince içtenlik kurduk.

Biçimde değil de özde vardır. Tangoda erkekle kadın arasındaki farklılık açık biçimde ortadadır. Aktif olan erkektir, pasif olan kadındır. Valste ise mümkün değil bu. Kadın da, erkek de iki adım ileri bir adım geri yapar.

 

Daha hızlı dansları düşünelim. Örneğin rock’n roll?

Onlarda da erkek aktiftir. Hiçbir zaman kadın erkeği fırlatmaz. Erkek kadını fırlatır.

 

Feodaliteyi seven bir adam izlenimi edindim seninle yapılan röportajları okuduğumda. Ama şu ana kadarki sözlerinle feodaliteye o kadar sarılmıyorsun. Öbür yayın organları abartmışlar. Yine de var bir feodal yan sende. Feodal olabilirsin. Sence bir erdem mi feodal olmak? Özlemin mi? Şaka mı?

Feodaliteye sarılıp sarılmadığımı karıma sorarak öğrenebilirsiniz. Şu anda her şeye rağmen kendimi en frenlediğim noktadayım. Bildiğin gibi insanların muhabbet anlarında, nabza göre şerbet vermek durumu vardır. Ben, şu an, başka insanlarla birlikte olsaydım tavrım ve davranışlarım tabii ki farklı olacaktı. Feodal yanlarımı gerçekten onur anlamında savunuyorum. İnsanlar istiyorlar diye, salt biçim ve gösteriş adına insanın feodal yanları bir anda yok olmaz. Bu bir süreç meselesi. Ben yarı feodal, yarı sömürge bir ülkede yaşayan insanım; tabii ki bu yanlarımı bir anda çöpe atmama imkan yok.

 

Michelet, ortaçağ ya da feodalite için şöyle diyordu: “Ortaçağ bir kerede bitmedi, bin kerede bitti.” Onun için söylediğin doğru bir bakıma. Ama feministler hakkında biraz alaylı konuşuyorsun gibi geldi bana.

Tabii, doğru. Sen yine beni kapıştıracaksın onlarla. Paçamı zor kurtardım zaten. Böyle yenik süreçlerden sonra bizim gibi ülkelerde yan anlayışlar, yan akımlar devrimci mücadeleyi; ilerlemeye kendini aşmaya yüz tutmuş mücadeleyi, geriletmek adına sivriliyorlar. 12 Eylül öncesinde radikaller, yeşiller, feministler yoktu. Hatta entelektüeller bile yoktu. 12 Eylül sonrası gerçekten yenik bir süreç yaşadık. Bu sürecin fırsatçıları ve faydacıları daha doğrusu devrimci mücadele kaçkınları kendi aralarında hiçbir şey yapmamak adına yan akımların başını çekmeye başladılar. Bunların geçmişte yaptıklarıyla şimdi yaptıkları arasında hiçbir fark yok. Geçmişte de bunlar teslimiyete düşmüştü, bugün de feminizm adına teslimiyeti sürdürüyorlarsa hesabını ben değil, tarih soracaktır. Doğru ya da yanlış olduğunu da zaman belirleyecektir.

Ben kadın haklarına, feminizme bakışımı bazı dergilerde ve gazetelerde gündelik konuşmalarımla anlatmaya çalışmıştım. Fakat bazı ifadelerim gene bazı hatunlar tarafından yanlış anlaşılmış olacak ki, beni yanlış bir çerçevede ele alıp bazı basın organlarında veryansın ettiler…

 

Sana göre feminizm nedir?

Bana göresi, sana göresi mi var kardeşim. Ne yani, bu her kelleye bir takke mi ki, sen başka tarif et ben başka… Efendim, şöyle söylesem. Feminist kuramla uzaktan yakından uğraşmadığı halde kendini feminst olarak gören bir sürü kadın var. Birçok kadın feminizmi kısaca “kadın sorunları çerçevesinde savaşçı bağlanma” olarak anlıyor. Kimileri içinse kadınların kurtuluşu için her teorik ve pratik uğraşı feminizmdir.

Belirli üretim araçları özel mülkiyette oldukça ve egemen sınıf, işçi sınıfının ve kadın kitlesinin baskı altında olmasından çıkar sağlama gücünü elinde tuttukça kadın üstündeki baskının etkililiğinde ve sürekli olarak yeniden üretilmesinde köklü hiçbir değişiklik olmayacaktır. O yüzden de kadının kurtuluşunun maddi temeli, bu ekonomik ve pratik gücün alt edilmesidir.

Feministler için çağdaş kapitalist dünyanın çizdiği çerçeve içinde erkeklerle eşit haklara kavuşmak son hedeftir. Proleter kadınlar ise, bu eşit haklar için, sınıfının ekonomik köleliğine son vermek için sürüp gidecek savaşımda yeni bir silahtır sadece. Feministler için bütün hakları alan baş düşman erkek cinsidir. Akıllı kadınlar, yani proleter kadınlar ise tümüyle farklı bir yaklaşım içindedirler. Onların gözünde erkekler, bir düşman, bir baskı unsuru değil, tersine bu mutsuz dizgeyi kendileriyle paylaşan bir ortak ve daha aydınlık gelecek için savaşımda yoldaştırlar. Kadın işçi en az erkek kardeşi kadar acı çekerken, erkek-kadın tüm işçi sınıfı aynı oburlukla yiyip tüketen ve milyonlarca insanın yaşamı pahasına semiren canavardan nefret etmektedir.

 

Feminizme neden bu kadar karşısın?

Bir kere feministlerin birlik çağrısı bundan 70 yıl önce, Lenin’in “işçi kitlelerinden kopuk, küçük güçsüz grupların birlik yaygarası halis bir ikiyüzlülüktür. Çünkü birliği bozan, bölücü taktikleriyle çoğunluğun isteğine karşı gelen onlardır” diye nitelediği işçi sınıfının uzağında üretilen birtakım “aydın” akımlardan biridir sadece.

Kadın-erkek arasında da, erkekle erkek arasında da sömürü var; bunlar insanların gerçek devrimi yaptığı zaman bitecektir. Asıl o tabii. Erkeğin kadını sömürmesini özel olarak öne almayalım mı demek istiyorsun? Bunu mu?

Hayır. Öyle de denebilir ama, ben tümüyle toplumsal kurtuluştan yana bir insanım. Kadınların erkeklere karşı ya da dayağa karşı kendi aralarında örgütlenmelerine hiçbir anlam veremiyorum. Türkiye’de bütün çiçekçiler kadınlar için kurulmuştur. Şarkılar, şiirler kadınlar için yazılmıştır. Bunlar daha ne istiyorlar?

 

İleri gitmiş olmadın mı? Bütün çiçekler kadınlar için mi?

Ya hastalar için, ya kadınlar için.

 

Çok şakacısın. Başka ne diyebilirim ki… Ben 18 yaşındaki Ahmet Kaya ile bugünkü Ahmet Kaya arasında ne gibi farklar var? Değişmeler olmuş mu?

18 yaş ile 32 yaş Ahmet Kaya’sı arasındaki fark, geçen süre içinde Türkiye’de yaşanan, kazanılan ve kaybedilen şeylerle eşdeğerdedir. Biz neler kazandıysak, ne kadar doğru şey yaptıysak Ahmet Kaya gerçekten doğru bir olgunluğa erişmiştir. Yanlış şeyler yaptıysak Ahmet Kaya’nın yaptığı şeyler de yanlıştır. Ama ben bu süre içinde doğru şeyler yaptığımıza, bugün bitse bile, insanlara onurlu bir geçmiş bıraktığımıza inanıyorum. Ama şairin dediği gibi elbette “sığ yanlarım vardır” benim de, işlemeye vakit bulamadığım zamanın yetmediği ya da başka şeyler…

 

Peki yanlış bulduğun yanların neler?

Tabii yanlışlarım çok. Fakat doğrularımın daha çok olduğuna inanıyorum.

 

Aşk hakkında ne düşünüyorsun?

Evrensel bir duygu.

 

Evrenseli değil, sendekini soruyorum. Sendeki aşk nasıl? Cezalandırır mı, kıskanç mıdır?

Ben bir kere en başta kendime aşığım. Kendimi çok seviyorum. Narsizmin somut bir örneği. Kendimden başka kimseyi fazla sevmiyorum. Eğer ben gerçekten cezalandırma duygusunu taşıyorsam en fazla cezayı da kendime veririm. O konuda hiç kimse rahatsız olmasın.

 

Kıskanç mısın?

Evet, ikinci plana düştüğüm anda bütün damarlarım havaya kalkar. Kıskançlığın özünde ikinci planda kalmak vardır. Başka bir altyapısı yok. Bana başka bir örnek verebilirseniz helal olsun size.

 

Aşağılık duygusuyla ilişkisi var mı?

Tabii bütün insanlarda aşağılık duygusu vardır. “En büyük benim” diyenler bile böyle bir zaafa düşebilir.

 

Bu kadar ad yaptın. “Ben bunu yapıyorum, şu da dünyanın neresindeyse bunu duysun” gibi bir eğilimin var mı?

Tabii, eski arkadaşlarımın beni dinlemesini, benimle gurur duymasını çok istemişimdir. Yani Ahmet Kaya hiçbir şey olmayabilirdi de. Sıradan, bugün bir yerde, bir lastik imalathanesinde çalışan bir devrimci de olabilirdi. Hapishanede yatan bir insan da olabilirdi.

 

Samimi değilsen söyleme; ün yapınca ilk duyguların nelerdi? Ortaokuldaki sevgilim de duysun gibi bir şey mi?

Bende öyle değildi. Birlikte oluşturduğumuz hareket vardı. Bu, zamanla insanların önüne bir görev koymuştu. Ben geçmişte de sanatçıydım. Bana, hep ‘müzik yap’ diyorlardı. ‘Üç kişiyle başlayıp 100 kişi olacağız’ diyorduk. Onlarla birlikte olamadım ama, 100 kişilik orkestrayı tek başıma oluşturabildim. Bu bende olağanüstü bir coşku yaratıyor. Konserlerimde yüzlerce insan ayakta kalıyor. Geçmişte bana öğretilenlerin doğru şeyler olduğuna inanıyorum. Geçmişim vardı ve geleceğimin de olacağına inanıyorum.

 

Bir kişi aynı anda birden çok kişiye aşık olabilir mi? Sende olmuş mudur?

Bu biraz siyahla beyaz, doğru ile yanlış gibi bir şey. Yani esas ve tali meselesi. Yuvarlak bir şeyi ortadan ikiye böldüğünüz de onun yarısıdır. Ama yarının yarısı olmaz. İnsan bir anda iki kişiyi sevemez. Sadece annesine ya da kızkardeşine duyduğu sevgi olabilir o iki sevginin birisi. Bende hiç olmadı. İki kişiyi birden sevmek olmaz. Annemi de severim, kızkardeşimi de. Bu nasıl sevgi? Karşı cinsten birisine sevgi diyorsanız, bunun özünde cinsellik, arzu etmek vardır. Ama aynı anda iki kişiyi birden arzu edemez insan. Mümkün değil.

 

Rüyaya inanıyor musun? Çıkan rüyan oldu mu?

İnanmıyorum. Çıkan rüyam olmadı. Hep uyanık olduğum için rüya da görmem zaten. Ne şeytan gör, ne de kulhuvallah’ı oku.

 

İlk sevdiğin kız, herhalde bu coğrafyanın bir yerinde. Onunla hiç karşılaştın mı? Mektuplaştınız mı?

Hayır, karşılaşmadım. Herkesin bir çocukluk aşkı vardır. Benimki ilkokul beşteydi. O da biliyordu. Bisikletle peşine düşüyordum. Bir daha da göremedim.

 

Evlilik hakkında neler düşünüyorsun?

Evliliği karşı cinsten iki insanın birlikte bir hayatı çözümlemek, olumlulukları, olumsuzlukları birlikte göğüslemek, üretmek ve düşünsel anlamda daha da çoğalmak, gerilimleri, sıkıntıları dinamik ve yaratıcı bir hayata dönüştürmek olarak düşünüyorum. Yoksa iki insanın dolmalık biber gibi bir tencerenin içine yerleşip yangınlar üzerinde pişip dağılıp pilav durumuna gelmesi olarak değil…

 

Toplumda çok şey değişti. Değişmeyen tek bir şey evliliğin kuralları. Ortalama bir insan, vapurda karşılaştığı birini evde karısına ya da kocasına anlatamayabiliyor. Öyleyse, neden? Evlilik yalan mı demek sence?

Feodalite efendim, feodalite. Kronik video kültürünün etkisi.

 

Resmi olmayan birliktelikleri de evllilik sayıyor musun?

İkili ilişkilerin sonsuza kadar süreceğine inanmıyorum. İnsanlar birbirlerini üretmeli, çoğaltmalı. Şu anda birlikte olduğum insana alternatif birini görürsem gözümü kapamadan onunla birlikte olurum. Engellemek mümkün değil. Eşim için de geçerli bunlar.

 

Bugünkü yaşadığımız hayat nasıl bir hayat?

Bu soru tam bir alaturka şarkı gibi oldu? Cevap vermek mümkün değil. Zaten görünüyor. İşte böyle bir hayat.

 

Peki, eskisine göre, mesela on yıl öncesine göre nasıl bir hayat bugün yaşadığımız?

Bence iyi deneyimlerden ve süzgeçlerden geçtik. Bir sürü şey gördük. 70′li yılların başında kafamızı duvara vurduk. Ben onu görmedim. 80′li yıllarda bir sürü şeylerin ciddi anlamda sentezine vardık. Yapılması gereken şeylerin ne olduğunu, geçmişteki hataları tekrarlamamayı, doğru şeyler yapmayı ilke edindik. Çok daha olumlu bir seyir içindeyiz.

 

İnsanın uzayı fethedebileceğine inanıyor musun?

Bilimin de bir sonu olduğuna inanıyorum. Ben buradan dümdüz yürüdüğüm zaman belki, üç metre giderim sapmadan. Bunu yıllara da vurabiliriz. Mars olayını gündeme getiriyorlar. Onun şu anki durumu belli. İnsanlar gitmek adına gidebilirler, ama yaşamazlar. Güneşe gitmek zaten mümkün değil. Dünyanın damı delindi. Bu kadar akıllı insanlar zamanında bunun önüne geçebilirlerdi. Ozon tabakasının delinmesine çare bulabilirlerdi.

 

Senin hayatında görmeyeceğin bir şeyin gerçekleşmesi için çalışır mısın?

Kesinlikle çalışırım.

 

Peki, torununun, torununun torunlarının görebileceği bir şey için çalışır mısın?

Çalışmak değil, ayağımı bile kıpırdatmam.

 

Glasnost ve perestroyka için ne düşünüyorsun?

Sonunda buraya geleceğimizi, bunu soracağınızı biliyordum. Bu konudaki görüşlerimi şimdi söylemek istemiyorum.

 

Dünyadaki perestroykadan söz edelim. Dünyada bir deli düğmeye basacak, hepimizi yok edecek. Buna inanıyor musun?

İnanmıyorum. Bu delilerin olayı olmaktan çıktı artık.

 

Ahmet Kaya diye bir gerçek var. Öncesi ve sonrasıyla şöyle demişsin. ‘Ruhi Su, benim çıkış noktam olmadı. Livaneli’den çıkış yaptım.’ Oysa, Livaneli, Ruhi Su’dan çıkış yapmıştır. Bunu biraz açar mısın?

Livaneli’nin Ruhi Su’dan etkilendiğini bilmiyorum. Beni de ilgilendirmiyor. Bu birikim bende var. Ben Livaneli’yi tanımadan da bağlama çalıyordum. Ancak Livaneli’yle bir şekillenme oldu, bir kalıba oturtabildim anlayışımı. Oysa ben Livaneli’yi tanıdığımda olağanüstü bir şey yapmıyordu. Aynı zincirin birer halkası olarak kendimizi düşünebiliriz.

 

Zincirin ilk halkası kim?

Bilmiyorum.

 

Arabeskle ilişkin? Yeniden oraya geldik…

İnsanlar artık sakız çiğner gibi arabeski eleştirmekten vazgeçsin. Arabeski eleştirecek insan, ilk önce aynaya bakmalı, ‘Arabesk nere, ben nere?’ diye. Geçmişte bir yazarın verdiği bir örnek vardı: Kapalı odalarında, kalorifer sıcağında, ellerinde viski bardakları ve pipolarıyla oturup kendilerini bir kır gerillasıyla özdeşleştiren insanlar yaşıyordu. Arabesk müziği çözümlemek için, o insanların arasına girmek ve o kültürü iyi yaşamak gerekir. Kendini o kültürden arındırmış gibi görünenler, ne yazık ki, gittikleri yerde İbrahim Tatlıses’i alkışlamaktan geri kalmıyorlar. Bu ayıptır. İnsanlar arabeske karşı bir tavır alıyorlarsa, alternatif bir müzik geliştirmek zorundalar. Bunu bilmiyorlarsa, efendi gibi yerlerinde oturacaklar. Arabeski tartışacak çapta bir insan yok Türkiye’de. Arabesk tartışılmaz, vardır zaten. Müzik tartışılmaz, sen bunu neden besteliyorsun diye soramazlar. Gerçekten Türkiye’deki devrimci harekete, özgürlük ve demokrasi mücadelesine engel olduğunu söyleyebilirler mi? Böyle söyleyen bir insan varsa, kendinden haberi yoktur bu insanın. Çünkü hakim olan kültür bu zaten Türkiye’de. Biz bunu yeni yeni irdelemeye başladık. Orhan Gencebay 1960′lı yıllarda “Bir Teselli Ver”i söylemeye başladığı zaman o plak en çok satan plaktı. Orhan Gencebay furyası o zaman özgürlük ve demokrasi mücadelesine engel değildi de, 1980 sonrası İbrahim Tatlıses ve diğerlerinin söylediği şeyler mi engel oldu? Oysa İbrahim Tatlıses bugün hâlâ Orhan Gencebay’ın rekoruna erişebilmiş değil. Niye o zaman değil de, bugün gündeme geldi bunlar? İnsanların yapacak başka işi yok mu? Oturdukları yerde ahkam kesmeyi bıraksınlar. Alternatif anlayışlar üretsinler. Slogan mı atmak gerekiyor müzikte. Bence Marx’ı çizgi-roman yöntemiyle yayımlasak, daha yaygınlaştırabilir, hatta daha iyi anlatabiliriz.

 

Eşcinsellik konusunun da öne geldiği görülüyor… Eşcinsellerde bir yükselme dönemi başlamış…

Ben buna inanmıyorum. Onlar kimliklerini açığa vurdular. Geçmişte sayıları daha çoktu, şimdi azaldı. Çoğu AIDS’ten öldü. O zaman gizliydi savunamıyorlardı. Bugün onlar için barlar açıldı, partiler kuruldu.

 

Yeşiller için ne diyorsun?

Sadece doğayı kirleten etkenlerle değil de, insanları kirleten etkenlerle de uğraşsalar daha iyi olacak. İnsanlarımızın etrafını saran pisliğin temizlenmesi gerek. Mesele otların toplanması, kaplumbağaların kurtarılması değil.

 

Diyelim sen Ahmed Arif’ten, Enver Gökçe’den beste yaptın. Daha sonra yine aynı metinleri mi kullanmak istersin?

Dünya her gün değişiyor. Ben geçmişte Ahmed Arif’ten yapıyordum, şimdi yapmıyorum. Nazım’dan yapmıyorum. Açıkça söyleyeyim, Nazım’ı bestelemek zor. Şiirlerini müzikleştirmekte zorluk çekiyorum. Nazım bestelemek biraz da ustalık işi. Ben kendimi hâlâ çırak olarak görüyorum.

 

Sen kendi kendine yetiyor musun?

Tabii yetiyorum. Söz olarak değil, beste olarak. Ben besteciyim, güfteci değilim.

 

Bir insan hem en büyük besteci, en büyük söz yazarı ve hem de en büyük şarkıcı olabilir mi?

Mümkün değil. İnsan bir alanda uzmanlaşabilir. Diğerleri talidir. Ben söz yazabilecek kültürel birikime sahip olduğumu zannetmiyorum. Ama besteciliğime inanıyorum ve “ben varım” diyorum.

 

Yaptığın besteyi kullanan başka şarkıcılar oldu mu?

Oldu.

 

Nilüfer için ne düşünüyorsun?

İyi bir sanatçı, güçlü ve akıllı. İyi bir şarkıcı. Alaturka müziği sevmememe rağmen, onun çok sağlam bir dille ve sağlam bir diksiyonla müzik icra ettiği kanısındayım.

 

Peki Muazzez Abacı’yı neden daha öne çıkarıyorsun?

Her şeyden önce delikanlı bir tavır var Muazzez Abacı’da.

 

Delikanlı ne demek?

Muazzez Abacı’da oturmuş bir yorum var. Doyuruyor insanı. Şarkının içeriğini mimikleriyle, tavırlarıyla ve yaşam biçimiyle çok iyi veren bir sanatçı. Sanatçıyı sahnedeki şovuyla dinlemem. Altyapısıyla beni etkilemesi lazım, yaşamıyla. Muazzez Abacı, fiziğinin ötesinde, ses duyarlılığı yüksek bir sanatçı.

 

Gönül Yazar için ne diyeceksin?

Şarkılarını da, kendisini de, hiçbir şeyini sevmiyorum Gönül Yazar’ın. Bana hitap etmiyor.

 

Hitap etmeyen iki ad daha söyle.

Söylemeyeyim daha iyi.

 

Sezen Aksu da başka bir söylem içinde size göre?

Beğeniyorum, kendi alanında değişik bir üslup kullanıyor. Tabii burada Onno Tunç’un da etkisi var. Sezen’in meselesi değil bu. O icra ediyor, yaratanlar başka.

 

Yıldırım Gürses…

Allah onun layığını versin. Alanımdan kaybolsun.

 

Şu an okuduğun kitap, dergi ya da gazeteden sende kalan izlenimler.

En son Cönk’ü okudum. Doğu Perinçek’in yazdıkları hoşuma gitti. “İthal anlayışların ötesinde, kendi ayaklarımızı kendi topraklarımıza basalım” diyor.

 

Kitaplığın nasıl bir kitaplık?

7000 kadar kitabım var.

 

Aradığın şeyi hemen bulabiliyor musun?

Tabii, hemen bulabiliyorum.

 

Sevgili Ahmet, bir sürü yerde hayatına ilgili verilere rastladım. Ama, doğum tarihini bile bilmiyorum? Hayatını çok ayrıntılı biçimde izleyebilir miyiz?

28 Ekim 1957′den gerçekten bir kuşluk vakti doğmuşum.

 

Kuşluk vakti nedir?

Sabah kuşların zikre çıktığı vakte derler ya.

 

Kuşluk vakti sanırım saat 10 sularıdır. Sabahla öğle arası.

Benim bildiğim, sabah, insanlar işe giderken, o saatlerde kuşlar çok fazla öterler. Babama sormuştum; demişti ki “kuşlar çikir etmeye çıktı.” İşte kuşluk vakti o. Malatya sessiz bir şehirdi, her tarafından kuş sesleri duyulurdu. İşte o zamanda doğmuşum. 6-7 yaşıma kadarki zamanı hatırlamıyorum. Babam Sümerbank Mensucat fabrikasında işçiydi. Babama fabrikadan helva verirlerdi. Ekmeklerin arasına koyar getirirlerdi helvaları. Babam eline bir İstanbul resmi alır, bize İstanbul’u anlatırdı.

 

Nasıl anlatırdı İstanbul’u?

Saatlerce dinlerdik. “İstanbul’da deniz bildiğiniz gibi değil” derdi. İstanbul denince aklıma deniz ve Kızkulesi gelirdi.

 

Denizi nasıl algılardın?

Sinemada görmüştüm denizi. Ama algılama yeteneğim yok henüz. Aklımda Kızkulesi ve kızın hikayesi. Babam bunu belki 150 sefer anlatmıştır. Gece 11′de işe gider sabah 7′de gelirdi. 7′de ben karşılardım. Ekmeğin içinde helvalarla gelir, uykusuz uykusuz bize iki saat İstanbul’u anlatırdı. “Biz İstanbul’a gideceğiz, hepiniz orada okuyacaksınız, hepiniz orada çalışacaksınız” derdi ve bir şarkı vardı hep onu söylerdi. Çok severdim. “Dilo azbımrım, dilo hayran levi bahare mırın pır xoşe dilo hayran lı mülke bove.” (Biz babamızın topraklarında büyüdük. Bir gün babamızın topraklarında öleceğiz.) İstanbul’a gidiyoruz. Fakat mutlaka ve mutlaka bir gün buralara geleceğiz, evimiz, arsamız, yerimiz hep burada olacak diyordu babam. Sonra her sabah geldiğinde babam bütün bir gece boyu vardiyada çalıştığı için, ben onunla birlikte yatağa girip yatıyordum. O zamanlar altı yaşlarındayım; ailenin en küçüğü olduğum için olağanüstü düşkünlük gösterilirdi. Sokağa çıkarır, herkese küfrettirirdi, onur duyardı yani.

O dönemde fabrikada pazartesileri salıları işçi gecesi yapılırdı. O zamanlar memur evlerinin yanına biz gidemezdik, mümkün değildi, memur çocukları vardı. Onların evleri, mahalleleri ayrıydı. Biz, işçi çocukları, onların eğlence gecelerine de gidemezdik. Salı günleri gırla giderdi. Çoluk-çocuk, anneler, babalar, işçiler, yaşlılar… Buradaki gruplar vardı, bağlama çalınırdı. Benim bağlamaya sempatim o zamanlardan başlıyor. Bir gün eve geldiğim zaman, “Sana bir süprizimiz var,” dediler, “baban sana bir şey aldı.” Baktım duvarda bir cura, üstüne de benim vesikalık resmim yapıştırılmış. Küçük bir cura. O an bir ağlama tuttu bende. Kümeste, nasıl oldu da bir sazım oldu diye 2-3 saat ağladım. Bağlama çalmaya o zaman başladım. Ve, çok enterasandır, söylemek biraz güç ama, samimi olarak söylüyorum, 15 günde öğrendim bağlama çalmayı.

 

15 günde nasıl?

Dayımın daha önce bağlaması vardı. Gizli gizli, o olmadığı zamanlar fabrikadan aşırırdım. 12 saat uyumadan çalardım.

İlkokula gittiğim yıllar… Canım sıkılıyordu. Sınıftan kaçıp gidiyor, tarlanın ortasına oturup bağlama çalıyordum. Yani okula çok az gidiyordum. Öğretmen ise çok gurur duyuyordu öğrencisinin bağlama çalmasından. Diğer öğretmenlere karşı “benim öğrencim çok yaramaz, ama işte bağlama çalıyor” diyordu. Müziğe karşı sıradan bir sevgi değil, büyük bir tutkuydu bu. İlle de müzik yapacağım diyordum. Daha sonra, 24 Temmuz İşçi bayramlarında başladım işçi gecelerinde ortaya çıkmaya. 8-9 yaşlarında. Sonra Devlet Demiryolları geldi, beni aldı. Sümerbank’tan gelip aldılar. Jeeplerle Elazığ’a, Gaziantep’e gidiyorduk. Çeşitli gecelerde bağlama çalıp, türkü söylüyordum. Babam hep “Benim oğlum çok zengin bir sanatçı olacak” diyordu. Onun için iyi bir sanatçı olmak yerine zengin bir sanatçı olmak önemliydi. Yıllar geçti, ilkokulu bitirdiğimde bayağı bağlama çalıyordum. Sonra sazlar değişti, boyutlar büyüdü. İlkin curaydı, sonra tambura, ardından normal bağlama. İstanbul’a geldiğimde divan çalmaya başladım. Ortaokula Malatya’da başladım, ama İstanbul’a gelince yarım kaldı.

Sonra Almanya’ya gittim, sanat okulu okumak için. Dokuz ay okuyamadım. Okula girdim, ama gittiğim her yerde bütün bir gün, bütün bir gece boyunca torna temizlettiriyorlardı, başka hiçbir şey yapmıyordum. Eğitim yoktu, okuma yoktu. Bir Yunanlı arkadaşım vardı. İkimiz adamlar tarafından resmen aşağılanan iki yaratıktık. Gün boyu bize torna temizlettiriyorlardı. Çapaklar batıyordu. Eve gelir gelmez de uyuyordum. Dayanamadım, dokuz ay sonra İstanbul’a döndüm, ortaokulu bitirdim. Mısır Çarşısı’nın arka tarafından da Sabuncuhan Caddesi’nde, korse işine başladım. O zamanlar Yugoslavlar gelir, korse alırlardı. Derken bir arkadaşla tanıştım. O arkadaşta Livaneli’nin ve Rahmi Saltuk’un kasetleri vardı. Bir de longplay gelmişti, ortası kırmızı, adını bilmediğim bir longplay. Onları dinlemek hoşuma gitti, evde de dinlemeye başladım, derken derneğe gitmeye başladım. Süreç böyle başladı. Bir afişleme olayı nedeniyle tutuklandım. 16 yaşında cezaevine girdim.

Giderek bazı şeyler değişiyordu. O zamanlar Site Öğrenci Yurdu vardı. Bazı konularda uzmanlaşıyordum artık. Ailemle ilişkilerim koptu. Babam bağlama çalma biçimimi beğenmemeye başladı. “Sen, diyordu, çok zengin bir insan olacaktın niye böyle oldun? Bunları değil, eski parçalarını çalmalısın.”

 

Baban yaşıyor mu?

’80 yılında öldü. O zamanlar Abuzer Karakoç’la rekabet halindeydim. En uçta, zirvede olan oydu. Türkiye koşullarında Zülfü vardı, ama star değildi. Zülfü yurtdışında yaşayan bir adamdı. Türkiye’de Abuzer vardı. Cem vardı. Ben kendi ilişkilerim içinde Abuzer’le rekabet ediyorum. Ondan daha iyi çalmalıyım, daha iyi şeyler yapmalıyım diye. Derken 1977 yılında askere gittim. Askere gitmekle birlikte bende ideolojik anlamda köklü değişiklikler başladı. 2 Eylül 1977, gecekondu mahallesinde çalışmalar, daha önce Van depremi, o yoğun gidiş gelişler… Kasım 77′de askerdeydim.

1984′te Hasan Hüseyin Demirel’le bir mangal başı muhabbetinde Ahmet Kaya olmaya karar verdik. Olay böyle yani.

Sonra ben kararımı verdim. 12′ye yakın bestem vardı. Bağlama çalmayı da bırakmadım. Tabii ilk eşimden ayrılmam falan var arada. Sonra bir akşam konser vermeye karar verdik. Yahu nasıl olur, şudur budur, olur mu diye. Hodri Meydan Kültür Merkezi’nde bir konser yaptık. 450 kişilik salonda. Baktık herkes geldi. Bütün eski arkadaşlar da geldi. Baktım reaksiyon farklı, biz bu işi yaparız dedim. Bizim öbür insanlardan eksik yanımız yok, fazlamız var. Mart ’85′te ilk Hodri Meydan konserinin ardından 8 Nisan’da Bilsak’ta “Bağlama Böyle de Çalınır” dinletisi geldi. Mayıs’ın 12′sinde Şan sinemasında Şan konseri yaptık. Ve o arada benim kaset çıktı. Annem 100 bin lira verdi, Hasan Hüseyin fotoğraf makinesini sattı. Kaseti çıkardığımızda Unkapanı’nda herkese verdik. Dinleyip dinleyip atıyorlardı, “Yok kardeşim, bu ne arabesk, ne halk müziği, ne Türk müziği. Bu acayip bir şey. Ben bunu nereye çıkarayım?” diyorlardı. Kimse almıyor kaseti. Dedim, tamam usta bizden buraya kadar, her şey bitti. Bir gün bir söz yazarı geldi. “Bunu bir Taç Plak’a götürelim” dedi, orada Siirtli arkadaşlar var. Bunlar macerayı da rizikoyu da seviyorlar. Gel götürelim.” Gittik Taç Plak’a. “Biz bu kaseti çıkarırız, fakat masraflarınızın dışında hiçbir şey vermeyiz.” Derken 600 bin liraya anlaştık. Zaten masraf 350 bin liraydı. Gene ortada kaldım. Acılara Tutunmak kaseti için çalgıcılara para ödeyecek prodüktör ortada yok. Ben para bulamayınca mecburen Taç Plak’tan para alıp çalgıcıların parasını ödedim. Hâlâ para yok bende. Bir lira para almadım o kasetten.

Derken Nevzat’ın kitabı gündeme geldi. Kimse tanımıyor Nevzat’ı. ’85′in sonları. Onu besteledim. Ailesine haber gönderdim, geldik dinlediler. Ağladılar, duygulandılar, sevindiler. Çok güzel, dediler. O zamanlar Taç Plak’tan para almıyorum ki! Telif ücreti o zamanlar 50 bin lira falan. Nevzat Çelik için 35 bin lira verdi adam. Bunlar sevindiler, Nevzat tanınacak diye. Gerçekten de Şafak Türküsü bomba gibi patladı. On binlerce mektup gelmeye başladı. Gazeteler yazdı. Türkiye çapında konserlerde Nevzat’ı tanıttım. Ondan sonra Türkiye çapında bir Nevzat Çelik tantanası başladı. Emirhan Oğuz gelip gidiyor bize. Benimle ilişkileri yok, Gülten’in arkadaşları. Bir atmosfer oluşmadı aramızda. Gülten’e “bize soğuk davranıyor” diye şikayet etmişler. “Gelmeyeceğiz” demişler. Ben o zaman ancak 400 bin lira almışım, kasetten. Nevzat’a ne vereyim kardeşim, kazandığım bir şey yok ki. Annemin evinde oturuyorum. Gülten’in aldığı parayla geçiniyoruz. Derken Gülten de baktı iş asalaklığa gidiyor, o da tavır koydu. Bunlar tamamen bizden koptular.

An Gelir’i yaptım. 1,5 milyon lira aldım. Rakamları kafanız net olsun diye söylüyorum. Bu parayı alınca Bakırköy’den Galatasaray’a taşındık. 80 bin lira kira ile. Oradan taşınana kadar perdemiz yoktu. Gardrobu divan yapmıştık. Yorgun Demokrat’la birlikte Ahmet Kaya’nın fiyatı 25 milyon lira çıktı. Başkaldırıyorum’la 100 milyona, sonra 150 milyona. Olay bu. Eğer ben şimdi aldığım parayı o zaman alsaydım, elbette ki Nevzat’a vereceğim para bu kadar az olmayacaktı. Bir gün “Nevzat’ın avukatı aradı, şu telif ücretini yeniden konuşalım” dedi. Adama bak, ya.. Sanatçı ödemez ki telifi, şirketle görüş dedim. Taç Plak’la da ilgim kalmamış o zaman. Derken geldik bugüne. Olay bu. Yaşadığım başka bir şey yok. Ama bir gün herkes ne yaptığını ortaya koymak zorunda kalır nasıl olsa… Meydanlarda özgürlük ve demokrasi mücadelesi uğruna ahkam kesenlerin, bir lira için parmaklarını kıpırdatmadıklarını biliyorum. DGM’de Ahmet Kaya’dan başka kimse yoktu. Kim neyin mücadelesini veriyor? Hangi sisteme başkaldırıyor?

 

Peki, bir soru: Bulgurla irmik arasında ne fark vardır? Hani, bir tarım ülkesinde yaşıyoruz. Ne fark var aralarında?

Bulgurdan helva, irmikten pilav yapılmaz.

 

Bu da bir fark elbet… Ama asıl fark ne? Bir yapım farkı yok mu? Bulguru bilmeyen Türkiyeli olur mu?

Buğdayı alırsın, öğütürsün, hedik yaparsın kaynatırsın…

 

Hayatın kısa olması seni hayatı daha çok sevmeye mi yöneltiyor, sevmemeye mi?

Belki de insanların birbirinden nefret etmesinin altyapısında bu kısa yaşam yatıyor. İnsanların sevgisi ve nefreti iç içedir. 100 yıl yaşansa da hayatın kısa olduğuna inanıyorum. Madem öleceksek, niye sana karşı çıkmıyorum yahu…

 

Tersini düşün. Neden karşı çıkarsın?

Her şeye rağmen öleceksek niye beni üzüyorsun, ben de seni üzüyorum?

 

Öteki hayata inandığın oldu mu?

Hiçbir zaman.

Sen artık Ahmet olmayacaksın ki zaten. Kaktüs olacaksın, kaplumbağa olacaksın. Solucan.

Bu anlamda soğan olmayı bile düşünmüyorum. Konuyu kavradığım sanısındayım. Yaşadığımız tek hayat bu olacak. Ama ölümün insana acı ve üzüntü vermeyeceğine inanıyorum.

 

Yani doğum yapması gibi mi kadının?

Yooo. Ölmek bitmek, tükenmektir benim için.

 

Ölmek bu kadar yakın ve güncelse insanlar ne yapmalı?

Güzel yaşamalı. Güzel yaşamıyorsa, gelecekte insanlara güzel yaşamaları için zemin hazırlamalı.

 

Güzel yaşamalı ne demek?

Her şeyden önce onurlu yaşamak. Gelecekteki insanlara bir şey bırakmak. Ben kendi adıma yaşamıyorum. Demirel’in dediği gibi “kendim için yapıyorsam namerdim” anlamında değil ama.

 

Senin için güzel nedir?

Paylaşmak, kavgasız bölüşmek.

 

O anlamda değil. Sözgelimi güzel kadın?

Beni düşündüren, etkileyen titreten kadın güzeldir.

 

Fizik?

150 kilo da olabilir. Fiziki güzellik benim için önemli değil. 300 kilo, çok zayıf, çok çirkin olabilir.

Şişmana çirkin demedin de, zayıfa dedin.

Hayır, şişman çirkin de olabilir, gözlerimi kapattığımda bana yeni bir dünya sunabiliyorsa.

 

Niye gözlerini kapatıyorsun güzel karşısında?

Benim için güzel olan insanın beyni, iletişimim. Görmem önemli değil.

 

Yüzyıl sonra dünyada güzel nasıl olacak sana göre?

Şimdiki gibi. Güzel ve çirkin vardır. Güzel her zaman güzel olarak kalacaktır?

 

Kadın-erkek ilişkisinde sevmenin içinde cinsellik çok mu önemli?

Tabii ki çok önemli. Her ne kadar ’80′e kadar bunu kabul etmiyorsam da, açık yüreklilikle savunuyorum şimdi. Kadın beni zangır zangır titretmeli. İstediği kadar akıllı olsun bana bir şey yaşatmıyorsa, benim için hiç önemi yoktur o kadının. Ben de onu titretmeliyim yani…

Müziği de her şeyiyle bildiğimi iddia etmiyorum. Ama varım ben. Bir Ahmet Kaya müziği var. Gelişerek geldim. İnsanları sanatçıyı düşünsel anlamdaki boyutları üretir. Ne ekersen onu biçersin.

 

Peki Ahmet Kaya, müziğinin devrimci mücadelede bir araç olduğunu söylüyorsun, bu mücadelenin başarıya ulaşması üzerine görüşlerini de öğrenebilir miyim?

Öncelikle ayaklar Türkiye toprağına basılmalı, geniş ufuklu ülke çapında politikalar üretilmeli. Bu, sosyalistlerin kendi kafasıyla düşünmesi demektir. Artık haklı bir gerekçe bulunamayacak olan gruplaşmaların, küçük topluluk tavırlarının aşılması zorunlu. Birlik perspektifinin karartılmasına izin vermemek gerekiyor. Sosyalistlerin yaşadıkları dönemin değerlendirmesini yapmaları, gelecekte işlenebilecek hatalara karşı panzehir olacak. İşçileri ve köylüleri, en geniş güçleri, olabildiğince daraltılmış bir hedefe karşı, bir çatı altında örgütlemek çok önemli bugün.

 

Son soru: Sol arabesk olabilir mi?

Sol ve arabeskin bir araya gelmesi mümkün değil.

Söyleşiyi gerçekleştiren: Cemal Süreya (2000′e Doğru Dergisi – 1989)

İZDİHAM