2 Mart 2016

Çakal Carlos, Savunma

ile izdiham
Ben kendimi asla inkâr etmedim. Ben profesyonel bir devrimciyim.
Ben, ideallerin, prensiblerin adamıyım. Bu, sathî veya şeklî bir mesele değildir. Kaldı ki, komünizm mücadelesi verdiğim gençlik yıllarımda, ülkemde komünist bir genç lider olduğum o dönemde dahi, ben asla bir Che Guevara gibi giyinmedim meselâ. Asla böyle birşey yapmadım.
Sizlerden bir şey diliyorum kardeşlerim. Bir nebze açık fikirli olalım ve hakiki düşman, İslâm düşmanları, insanlık düşmanları olarak siyonizm ve emperyalizme karşı, bunlara bizim gibi karşı olan herkesle ittifak kurabilme becerisini gösterelim. Bunlar arasında antiemperyalist Hıristiyanlar, siyonist olmayan Yahudiler ve cumhuriyetçi Ateistler de olabilir. İslâm düşmanlığı yapmadıkları müddetçe, neden olmasın? Herkes aynı şekilde, aynı çizgide, aynı inanç ve fikirde olmaz. Bu yüzden, gerçek düşman, İslâm ve insanlık düşmanları gözden kaybedilmemeli, düşmanlık asıl bunlara yöneltilmeli, aramızdaki aşılabilir ayrılık noktaları büyütülmemelidir derim.
Ben Komünist bir gelenekten geliyorum. Ancak bugün Sosyalizme inanıyorum. Yani, belli bir kişinin, belli aile yahud küçük grubların kendi menfaatlerine ve kitlelerin aleyhine “kâr için kâr” amacı gütmelerinin, içtimaî serveti kendilerine yığmalarının bir toplum yapısı için en büyük tehlike olduğuna inanıyorum. Benim anladığım ve savunduğum Sosyalizm, işte buna karşı olmak noktasındadır. Biliyorsunuz ki, ne Karl Marx bir peygamber ne de Lenin –hâşâ- Allah’tır. Onların her şeyi çözecek büyülü bir formülü yahud cihanşümûl bir kanunu yoktur. Her ülke, âdil bir ekonomi geliştirmek için kendi hususî çözüm yolunu bulmak durumundadır kısacası. Üretim, belli kişilerin, küçük grupların, toprak veya fabrika sahiblerinin semirmesi için değil, toplumun faydası için olmalıdır ezcümle. İnandığım Sosyalizm işte budur. Ve her ülke bunu temin için kendine has çözümü bulmak durumundadır.
Kaldı ki ben, özel mülkiyete falân karşı da değilim. Mesele bu değildir. Benim için problem, cebinde bol para olan belli şahıs veya azınlıkların, sırf bu ayrıcalıkları yüzünden toplum çoğunluğunu sömürmesidir. Komünizmin hatası da işte buradadır, kendini Kur’ân yerine koyup, herkese şâmil yazılı bir kanunu ve hazır bir tarihî neticeyi insanlığa dayatmıştır. Biz ne Allah’a ve kanunlarına karşı çıkıyor, ne de tarih bize şunu emrediyor diye ortaya çıkıyoruz. Elimizde Kur’ân, bizim için en iyisinin ne olduğunu tesbite çalışıyoruz. Hatalarımız da bu bakımdan yalnızca bizim şahsımıza âit olacaktır. İnancımıza değil. Özetle ifade etmem gerekirse, küçük bir grubun tüm bir topluluğu sömürmesi kabul edilebilir değildir, savunduğum da budur.
Bizler de geçmişte, “Allah’ın var olmadığı” gibi yanlış dâvâları savunanlarla savaşanların başında geliyorduk. Çünkü burada şöyle bir yanlış anlama, şöyle bir kafa karışıklığı vardı ki, -Hıristiyan veya Müslüman- dinî bir yapıyı baskıcı bir idarenin maskesi ve âleti olarak kullananlarla, yani şu lâfta İslâm devletlerinde çokça görülen baskıcı idarelerle savaşmakla, bizzat dinin kendisiyle savaşmak çok farklı şeylerdi. Komünizmin, Sosyalizmin çok yanlış bir pratiğiydi bu ve böylesi yanlış bir pratiğin müsebbibi de, tarihî kökeni itibariyle, bu hareketin içinde yeralmış çok sayıda Yahudi entellektüelden başkası değildi. Bu Yahudi entellektüeller dine karşı bir isyan içindeydiler ve aslında marjinal olmalarına rağmen, bu çizgiyi Sovyetler’deki Sosyalist harekete hâkim kılmayı başarmışlardı.
Ben, ideallerin, prensiblerin adamıyım. Bu, sathî veya şeklî bir mesele değildir. Kaldı ki, komünizm mücadelesi verdiğim gençlik yıllarımda, ülkemde komünist bir genç lider olduğum o dönemde dahi, ben asla bir Che Guevara gibi giyinmedim meselâ. Asla böyle birşey yapmadım. Gerçi, OPEC operasyonu sırasında başımda bir bere vardı ama, bu da yalnızca polisçe tanınmamı engellemeye ve bu amaçla yüzümü gizlemeye matuf “istisnaî” bir durumdu. Şeklî bir özenti değildi yani.
İnancım odur ki, ben, sadece benim; ve kimliğim de buradan geliyor. Bir kültürüm var ve onu inkâr etmiyorum. Giysi ve diğer vasıflar bakımından sahib olduğum gelenekler var, içinden gediğim bu geleneği yok saymıyorum, aksine, sahibleniyorum.
Lâkin benim hakikaten reddettiğim bir şey vardır; o da, Batı medyasının –özellikle ABD’ninki!- tahakkümü vasıtasıyla empoze edilen belli şekilde giyinme, belli şekilde yiyip içme, belli şekilde yaşama ve bu çizgide resmedilen bir hayat tarzıdır. Bu hayat tarzını kökünden reddediyorum! Hem ben, bu hayat tarzını sadece Müslüman olduğum için değil, daha öncesinde de reddediyordum.
Evet, ben köklerimden, İspanyol kültürümden kopmuş değilim; aksine, daima bu geçmiş köklerime, kendi mahallî kültürüme, geleneklerime bakar ve onları sahiblenirim. Yani, Müslüman olduktan sonra –bu anlamda- yeni bir kültür, medeniyet ve hayat tarzı kazanmış değilim; hayır, böyle bir şey olmadı.
Biz milletlerarası devrimcilerden hâlâ korkuyorlar. Korktukları şey şahıs olarak bizler değiliz, neticede yaptığımız eylemlerde verdirebildiğimiz zararın çapı ne olabilir ki? Onların asıl korktukları, “örnek” teşkil etmiş olmamızdır, milletlerarası devrimciliği şahıslarımızda örnekleştirmiş olmamızdır. Tam da bu gerekçeyle, bizi umum önünde küçük düşürebilecek her tür iftiradan meded umuyorlar. Biz kimsenin ne ajanı, ne paralı askeri, ne de muhbiri olduk. Aksine, biz böylelerini yakalayıp infaz ettik bazen. Yakaladığımız böylesi en yüksek rütbeli görevlilerden biri, bizzat benim enselediğim ve infaz ettiğim bir generaldi; Güney Afrika ordusu özel kuvvetlerinden önde gelen bir subaydı (Henri Bola). Bu mesele hakkında Nelson Mandela’ya da bir mektub yazmıştım.
İZDİHAM