1 Mart 2016

Bülent Parlak, Kayınpederim

ile izdiham

Sorulacak hiçbir sorudan son zamanlarda bu kadar çekindiğimi gerçekten hatırlamıyorum.

Bugünlerde İstanbul’da ölmüş birine rastlamayı, onunla şu serin günlerde balkonda otururken sırtına usulca hırka bırakmayı çok isterdim. İstanbul’da ölmeyi, yerine oturacağı vakti bir türlü kestirilemeyen giyotine benzetiyorum. İSPARK’a, tünellere ve üst geçitlere, mahalle maçlarından daha çok önem verenlerin şehrinde kendine sigara satan taziye sahiplerini balkonda oturtacak yerim de olmalı o hırkayı getirirken. Çünkü burada hiç kimse büyük komutanların daha çok insan öldürmüş askerlere sahip olduğunu farketmiyor. Misafirimiz ölüye en çok iki yaşam arasındaki farkları anlattırmak istiyorum. Belki o zaman sessizliği en iyi beceren otlara gerçekten basmamayı akıl edebiliriz. Ben ve misafirler. Esas kötü olan ise şu: İki-üç yılda bir gittiğim Malatya’da o komutanların heykelleri dikilmeye başlamış bile.

Pazar gününden beri hastanede refakatçi olarak sabahlıyorum. Hiçbir zaman kısa pantolonu, hiçbir zaman renkli boya kalemleri, hiçbir zaman facebook ve twitter hesabı olmamış; hâlâ saatli maarif takvimlerine kutsal bir belge gibi inanan seksen iki yaşındaki kayınpederim hasta. Özlem’in çok eski bir fotoğrafına baktığı andaki duygularıyla, mütereddit sesiyle aradığı pazar akşamı hızla koşuşturdum hastaneye. Alelacele büyük planlar yaptığımız masadan kalkıp hastaneye giderken dolmuş parasını Rıdvan’ın vermesine bile sevinemediğimi hatırlıyorum şimdi. Cimri miyim? Ne olur yorum yapmayın.

Kayınpederim, hastaneye vardığım vakit 1. genel cerrahi servisinde kendinden iki kat küçülmüş bir vaziyette yatıyordu. Bedensel bir acı, insanı yatakta iki kat küçültüyor. Onu öyle görünce başkasının dudaklarıyla sigara içen doktorların, hemşirelerin ve özel güvenlik çalışanlarının o umursamaz tavırlarını bile unuttum. Devlet tarafından morgda yatanlara hediye edilmiş güneş gözlüklerinin fiyatını kendi aralarında konuşup yorum yapan hastane çalışanları hiçbir bağırtının, merakın ve can çekişmelerin müşterisi olmuyordu. Görevleri icabı herkes fazla soğuk, her yaraya alışık ve Arjantin. Karnındaki gaz bütün gün sancıya boğmuş kayınpederimi. Yaşının kaldıracağı bir sancıyla karşılaşmadığını sararmış yüzü o kadar iyi anlatıyordu ki. Dışarı çıkıp, Malatyalı olduğum için tütün içtim üst üste.

İlk evlendiğimde altmış yedi yaşındaydı kayınpederim. Kız istemeye gittiğimiz gün asık suratı ve yeni alındığı sökmeyi unuttuğu mağaza etiketinden anlaşılan kazağı dün gibi gözlerimin önünde. Hayır, çok zorlamadı “evet, tamam” derken . Ne altın istedi, ne ev, ne araba, ne iş. Onun derdi kızıydı ve kızının mutlu olması. Gözleri dolarak konuşma yaptığı an herşeyi eksik anladığımın farkına varmıştım. O sabah tıraş olurken jiletle kestiği çenesindeki yara bandını konuşma esnasında kaç kez söküp yapıştırdığını hiç kimse sayamadı.

Benimle ilk başlarda parmaklıkların arkasındaymışım gibi konuşurdu. En sevdiği varlığını alan yabancı birini düşman olarak görmesi aslında gayet normal. El yazıma bile bir kulp taktığını söylersem abarttığımı zannetmeyin. Bahçıvan olsam matematikten bırakacak kadar irkilirdi yüzümü görünce. Kendimi kabul ettirmek için çatıdaki anteni rengarek boyadığımı hatırlıyorum. Lahananın kabukları hakkında bilgi edinip bilge konuşmalar yaptığımı da.

Tütünü bitirip içeri girdiğim zaman sancısının git gide azaldığını hissedince herkesin biraz rahatladığını gördüm. Yaşı seksen iki olmasına rağmen tansiyonu, şekeri ve sabah-akşam aldığı kronik ilaçları bile yok kayınpederimin. Ama ben kızlarının ve oğlunun yüzündeki endişenin, titreyen ellerinin oldukça dürüst olduğunu biliyordum. Endişe çok fazla dürüstlük belirtisi olmasa dahi titreyen eller her zaman dürüsttür.

Polikliniğe yatırılması gerektiğini söyleyen doktorun neyse ki yüzü soru sorulmaya müsaitti. Doktorlar ve avukatlar kadar aptal ama onlar kadar lüzumsuz bir hava içinde dolaşan sanırım başka meslek grubu yok. Onları hem salak yapan, hem de yanaşılmaya imkan vermeyen şeyin dünyadan tecrit edilmiş hayatları olduğunu düşünüyorum. Ki ben düşünüyorsam kesinlikle doğrudur.

Tekerlekli sandalye ile servisine götürüp yatırdık yatağına. Biraz daha kendine gelmişti. Su istedi, karnının acıktığını söyledi. Bir süre sonra hemşire sadece bir kişi kalacak deyince “ben kalırım.” deyip bütün bir geceyi birlikte geçirdik. Bugün günlerden çarşamba ve onunla dördüncü gecemiz.

Altmış yedi yaşında ve eve gelirken beş dolu poşeti merdivenlerden dinlenmeden çıkan kayınpederimin yıllar için nasıl bir yaşlanma evrimi geçirdiğini işte bu dört gece boyunca o kadar iyi anladım ki. Defalarca aynı soruları sorup durdu bana. “Beni neden buraya getirdin, neredeyiz, ne zaman eve gideceğiz, sen neden oturuyorsun, ben yemek yedim mi, benim neyim var?”

Defalarca, aynı soruları dört gece boyunca sorup durdu. Her beş dakikada bir uyanıp uyanıp aynı soruları… Hiç bıkmadan ve aynı ses tonuyla cevap verdim sürekli. Onunkisi artık bir unutkanlık değildi çünkü, başını yasladığı bir ihtiyarlıktı aynı zamanda. Dünyanın bütün anlamını gömlek cebindeki okuma gözlükleri sanan kayınpederiniz varsa ve altmış yedisinden seksen ikisine kadar yaşam aralığındaki insanı kördövüşüne çeviren zalim değişimin birebir şahidi oluyorsanız eğer dünyadan Merkür’e kalkacak ilk uzay mekiğinde bilet ayırtacak bir internet satış sitesi arayışlarına saatlerdir devam edebilirsiniz.

Özlem bu gece telefon açıp “babam nasıl” diye sorduğunda başımı hafifçe öne eğerek şunu söyledim. Yarın gece uyanınca”sen kimsin?” demesinden çok korkuyorum. Sorulacak hiçbir sorudan son zamanlarda bu kadar çekindiğimi gerçekten hatırlamıyorum.

İşte böyle şeyler…

Allah izin verir de reenkarnasyon geçirirsem kesinlikle bulut olacağım. O ülke senin, bu şehir benim. Ama ne İstanbul’a, ne Malatya’ya uğrayacağım. Reenkarnasyona bu gece çok ihtiyacım var.

b nokta p

İzdiham