1 Mart 2016

Bülent Parlak, Hiçbir Merhamet Gösterisi Acıyı Hafifletmez

ile izdihamdergi

Babalarını erken yaşta kaybetmiş çocukların gövdeleri ancak bir boşluğa katkı yapar. Annelerini erken yaşta kaybetmiş çocukların gövdeleri ise boşluğun ta kendisi olmuştur.

Babamı kaybettiğim gün, gövdemi bir bataklığa çeviren o küçük tercümem ile yeryüzündeki boşluğa katkı yapacağımı hiç aklıma getirmemiştim. O yaşlarda ne o boşluğun hangi anlama geldiğini bilebiliyordum ne de yeryüzünün, sazları kıran adamlar tarafından doldurulduğundan haberim vardı. Ölümün, şimdilerde hiç şarkı ezberlemeden gösteriye çıkmış bir orkestraya benzediğini gecikmiş de olsa fark ettim. O zamanlar ise ölüm, benim için şehirlerarası çalışan tramvayları anımsatıyordu. Ölüyorlar ve  geç de olsa geri dönüyorlar.

Babamı erken yaşlarda kaybettiğimi kendime çok söyledim. Bilmem, belki de babamın bir oyuncakçı dükkânına dönüşeceğini düşünerek ölümüyle çok da sendelemedim. İlkokul öğretmenimin, yaz tatili dönüşünde başımı okşarken gösterdiği acıma hissi bile beni çok fazla etkilememişti açıkçası. Çünkü az ötede çift kale maç yapan arkadaşlarım daha câzip geliyordu, saçlarıma acıma hissiyle dokunan parmaklardan. Henüz o yaşlarda öğrendiğim başka bir gerçek daha vardı: Hiçbir merhamet gösterisi acıyı hafifletmez.

Akşamları oturduğu makatta yeri boş kalmış babamın adı evin içinde dolaştıkça en çok annemin hâline üzülüyordum. Büyüteceği, okutacağı, evereceği birçok çocuk kalmıştı geride. Kimisi henüz askerliğini yapmamıştı, ikisi nişanlıydı; ben de henüz altı yaşındaydım. Annemin bunca yükün altından nasıl kalktığını sonra bile anlayamadım. Anlayamadım; çünkü babamdan kalan emekli maaşıyla bir tek ay bile aksatmadığı elektrik faturası, her ağustos ayında aldığı bir ton kömür ile yarım ton oduna verdiği peşinât hâlâ aklımı kurcalar. Sanırım on yıl boyunca giydiği o tek pembe çiçekli şalvardı bütün isteklerimizi yerine getirmesine sebep olan şey. Aklım ermeye başladıkça annemin artık sadece bir anne değil yarısının da baba olduğunu fark ediyordum. İşte bu yüzden, azıcık hasta olduğunda ona bir şey olmasın diye ecza dolabındaki bütün ilâçları içirmeye çalışıyor, ısrarım karşısında kaşlarını çattığında ise ağrıyan başına yara bandı yapıştırmaya bile kalkışıyordum.

Büyümek, çoğu zaman bulunduğumuz yerde ayrılmayı ifade ediyordu. Ya sanâyide araba tamircilerinin sinek kovalayan çıraklarından biri olacaktım, ya bir terzi ustasının yanında metre taşıyıcısı, ya da üniversiteyi kazanarak başka bir şehirde hayatıma kalamadığım yerden devam edecektim. Ben üniversiteyi, mecburi tutulan seçeneklerin arasından kazandım. Bir hayatı yarıda bırakırken diğerine hiç başlayamayacağımı, ayrıldıktan iki yıl sonra anladım. Annemi hastaneye kaldırmışlar.

Bir kunduz gibi toprağı eşelercesine hastane koridorlarında koşuyordum. Hangi oda numarasının hangi rakamla yazıldığını fark edemeyecek bir şaşkınlık, koridorlarda koştururken çarptığım hâmile kadınlardan özür dilemeyi aklıma dahi getirmeyen bir bencillikle. Nefes nefese kalışımı bile gizleyerek hasta yatağında yatan anneme koştum. Odada bulunan refâkatçilere “benim oğlum” derken duyduğu gururu anlatamam. Kaç saat onu dinlemeden oturduğumu bilmiyorum. Annemi dinleyemiyordum; çünkü başı ağrısa neredeyse ecza dolabının demirlerini yutması için uğraştığım annem, kendi anlamasa da amansız bir çaresizliğin içinde gibiydi. Sebebi bilinmeyen uzun öksürükleri, hızla verdiği kiloları, içine çökmüş yanaklarıyla bu çelimsiz hâli ele veriyordu çaresizliğini. Okuduğum tüm kitaplar, dinlediğim tüm ölümcül mâceralar, hastalığın ne olduğunu az çok tahmin etmeme yataklık etse de doktoru ilk gördüğümde çaresizce “ince hastalık mı?” demekten kendimi alıkoyamıyordum. İnsan nasıl da yakıştıramıyor annesine kanseri. Doktor da yakıştıramamış olacak ki ertesi sabah tam tekmil başka bir hastaneye yolluyordu bizi. “Bir de onlar baksın.” diyerek.

Ertesi gün, sanki hiçbir şey yokmuş gibi annemi alıp tam donanımlı hastaneye götürmek için yola koyulduk. Yol boyunca yapmadığım şaklabanlık kalmamıştı. Epeydir duymadığım azarını uzun süre sabrettikten sonra işittirse de artık bunun işittiğim son azarı olacağını hissediyordum. Biz hastaneye gidiyorduk, annem elden gidiyordu.

Kapı kapı aradığımız doktoru bir müddet sonra odasında bulmaca çözerken bulduk. İşte o zaman anladım ki hayat, bulmaca çözenlerle ölümü bekleyenlerin arasındaki o ince çizgiden ibâret. Bulmacayı ve kahvede bulmaca çözenlerinkinden daha pahalı olan kalemini kenara bırakan doktor sırayla yüzümüze, röntgen filmine, anneme, bana ve boşluğa bakıyordu. Biraz sonra annemi koridordaki sedyeye yatırmamızı söyledi. “Bırakın ve gelin.” Biz içeri girer girmez ağzından çok kolay döküldü cümleler: “Anneniz akciğer CA. Ve en fazla bir hafta yaşayabilir. Kendisine söylemezseniz son günlerini daha rahat geçirir.”

Tam on dört gün sürdü bekleyişimiz. On dört gün boyunca her an ölümünü beklediğim annemi biraz daha yitirmek, yitirmek, yitirmek, yitirmek, yitirmek, yitirmek, yitirmek, yitirmek. On dört gün, on dört zaman, on dört sene, on dört yıl, on dört ay, on dört sâniye, on dört dakika, on dört hafta. Yazlık sinemalarda, iflâs edip çekirdek satan zenginlerin hâline benziyordu koridorlardan annemin yanına varışım.

Babamın ölümünü siyah-beyaz hatırlıyorum. Annemin ölümü ise tören eşliğinde oldu. Şimdi ben ne anlatayım tezgâhında çiçek satan çingene kadınlarına?

Aklıma düştükçe o günler hep şu cümleyi tekrarlayıp durdum: Seni tekrar bu dünyaya dâvet etsek gelebilir misin anne?

Bülent Parlak, Yalnızlığın İcadı (1984)

İZDİHAM