15 Ekim 2016

Bir Ulusun Doğuşu

ile izdiham

Yılın başında Sundance Film Festivali’nde yaptığı sükse ile yılın filmi olabilir mi sorusunu çok erken sorduran The Birth of a Nation, Amerikan İç Savaşı öncesinde Virginia’da çıkan köle isyanlarının başını çeken Nat Turner’ın hikayesini anlatıyor. İlk yönetmenlik tecrübesinde filmin başrolünü de üstlenen Nate Parker, elindeki kıymetli ve güçlü hikayeyi bambaşka bir açıdan ele almak isterken, etkileyiciliğini kaybeden ve kendini tekrar etmeye yüz tutan bir biyografik drama ortaya koyuyor. Belki de yeni ve daha etkileyici bir Malcolm X hikayesi anlatma şansı varken, 12 Years A Slave’in yolundan gitmeyi tercih ediyor. Ödül avcısı olma isteği birçok sahnesinden belli olan The Birth of A Nation, bunu da başarabilecek gibi duruyor. Sundance tarihinin en pahalı filmi olmayı başararak bu konuda ilk ciddi adımını attığını da hatırlatmak da fayda var. Ancak sinematografik ve hikaye anlatımı açısından bekleneni veremediği ve yer yer vasat kaldığı da bir gerçek. Bu bağlamda The Birth of A Nation; yönetimsel tercihlerin, hikaye anlatımında nasıl farklar yaratabileceğinin kötü bir örneği olmayı başarıyor.

Amerika’nın Virginia eyaletinde köle olarak doğan Nat Turner (Nate Parker), kültürel olarak doğuştan kıymetli kılındıktan sonra, okuma yazma bildiği için çalıştığı çiftliğin sahipleri tarafından dini eğitime tabi tutulup vaiz olarak vaaz vermeye başlar. Siyahi bir köle olarak vaaz vermesi ilgi çeker. Köle sahipleri de bu durumu kendi lehlerinde kullanmaya karar verdiklerinde, Nat’in küçük seyyahlığı efendisi Samuel Turner (Armie Hammer) ile birlikte başlar. Çiftlikleri gezdikçe diğer kölelerin durumuna şahit olması, onun içinde yaşadığı düzeni farketmesine sebep olur. Farkındalığı artsa da, sahibi Samuel’in vicdan ve merhamet sahibi biri olması onun dürtülerini baskılamasına yardımcı olur; ta ki Samuel de iflastan kurtulmak pahasına vicdanını bir kenara bırakana kadar.

Nat Turner, Amerikan İç Savaşı tarihinin öncesinde önderliği ve cesaretiyle sağlam bir yer edinmiş bir karakter olarak yer alsa da, Nate Parker’ın uyarlamasında bir insan olarak ele alınmak isteniyor. Aşk ve aidiyetin fazlasıyla ön plana geçmesiyle, filmin izleyeceği doğrultu da kendini belli etmeye başlıyor. İnsaniyetin, siyahilere bir lütuf olarak bile görünmediği o zamanlar için bu bakış değerli elbette. Siyahiler de kültürleri, duyguları ve erdemleri olan insanlar olsa da, dönem içerisinde birer maldan daha kıymetsizlerdi. Parker’ın parmak bastığı bu nokta film dahilinde fazlasıyla romantik bir hale geliyor. Hatta, isyanın aksiyonu en üst seviyeye ulaştığı anda dahi klişelere mağlup oluyor. Duyguların üstünlüğü, filmin altında ezilen politik başkaldırıyı görünmez hale getiriyor.

The Birth of A Nation: Bir İsyan Melodramı

Hollywood’un benimsediği hamleleri senaryoya yedirmek için fazlasıyla çabaladığı belli olan Parker, elinden önemli bir fırsatı kaçırıyor. Zamanın adaletsizliğini ve barbarlığını sert yansıtmaktan çekinmemesi filmin birkaç artısından bir tanesi. Bu görüntülerin akabinde bir isyan lideri olarak Nat’in ruh hali ve hissettikleri, fazlasıyla eksik ve arkaplanda kalıyor. Karakter derinliğini dini ögeler üstünden kuran Parker’ın bu tercihi en anlaşılabilir nokta olarak göze çarpıyor. Vaiz olmasının etkisi ve kültürel etkileşimin de sebebiyle Tanrı’ya olan bağlılığı fazlasıyla ön plana çıkıyor ve vicdanını ön plana çıkaran bir Nat Turner portresi oluşuyor. Köle olarak geçirdiği hayatı boyunca Tanrı’ya sığınan bir insan olmasının yön vermesiyle bu nokta, bir peygamber hikayesine evriliyor ve yönetmen tarafından da kutsanıyor. Dini ögeler, filmin hikaye anlatımında eksik kalan noktalar arasında belki de savunulabilecek tek nokta olarak karşımıza çıkıyor. Başta çok kısa görünen rüya sekansını bütün hikayeyi birbirine bağlayabilecek bir element olarak kullanmak isteyen yönetmen, bu hamlesinde de isteğine ulaşamıyor. Tam aksine, rüya sekansları genel çerçevede oldukça çiğ duruyor ve bu bağlamda önemli bir kopukluk yaratıyor. Rüya sekanslarını, Nat Turner’ın bilinçaltını anlatabilecek bir araç olarak kullanmak belki de karakterin analizi açısından daha sağlıklı bir yöntem olabilirdi. Duygusal yatkınlığı ve vicdanı da bu şekilde daha net bir biçimde anlatılabilirdi.

Nate Parker, anlatımındaki eksikleri bazı iyi düşünülmüş planlarla bağlamaya çalışıyor. Pamuk tarlalarının ön planda tutulması iç savaş tarihi açısından önemli ve ince bir gönderme olarak göze çarpıyor. Aynı şekilde, kölelerin yaşadıkları ortamları ve maruz kaldıkları davranışları da belli inceliklerle beyazperdeye taşımayı başarıyor. Kamera açılarını birçok yerde başarılı kullanması, hikayenin aksaklıkları ve eksikleri arasında umut vadedici bir görünüme bürünüyor. Yönetmenin bir başka ince dokunuşunu da D.W. Griffith’in 1915 tarihli sessiz filmine karşı saygı duruşunda bulunarak gösteriyor. Ancak, genel çerçevede düzenin ve politikanın acımasızlığıdan ziyade, bireylerin barbarlığına odaklanan bir film olması The Birth of A Nation’u türdaşlarından üstün bir yere koymuyor. Ancak, bu tercihlerle hedeflediği ödül avcısı konumuna erişmesini de oldukça mümkün kılıyor. Henüz senenin başında, yılın filmi olmaya aday olarak gösterilen The Birth of A Nation, birçok açıdan hayalkırıklığı yaratıyor.

Tolga Demir, Kaynak: filmloverss

İZDİHAM