4 Mart 2016

Bir Ali Tavşancıoğlu vardı

ile izdihamdergi

Sene iki bin on iki. Şahane bir hafta sonu diyelim, öyle olsun. Sevgili Siyami Yozgat’la birlikte aylardır hayalini kurduğumuz bir derginin temel atma töreni için Yozgat’a gidiyoruz. Ukalalıkla heyecanımı bastırmaya çalışıyorum ama kalbim engel tanımıyor.
Kendi halinde yalnızlığı yaşayan, ölüme terk edilmiş Abide İşhanı’nın yıkık dökük merdivenlerini teselli eden tek yaşam belirtisi sahafa doğru çıkıyoruz uçarak. Hava serin. İçimiz dışımız bahar. Kapıda Hüseyin karşılıyor bizi. Seyyar kitap satıcılığından buralara… Bir çırpıda dalıyoruz kitaplarla örülmüş meyve bahçesine. Hüseyin iyi çocuk doğrusu, sattığı kitaplara hâkim en azından.

Hemen mevzi alıp saldırıya geçiyorum. Çevremdeki hiç kimsenin hayatında hiç duymadığı; Sorgun’da hiçbir bakkal, market, süpermarket ve kitapçıda bulamayacağım isimleri raflarda görünce seviniyorum kendi kendime. Kurcaladıkça sevincim artıyor. Yozgat’ta böyle bir yer var da benim neden haberim yok lan, diyorum içimden.
Başımı hafifçe kaldırıp sağa doğru yaptığım manevrayla gömleği çizgili, zayıf, sakallı bir pir-i faninin gözlüklerinin üzerinden gözlerini kısıp bana baktığını fark ediyorum. Gülümseyip başımla selam veriyorum.

“Ali, size bahsettiğim Ömer bu işte…” diye başladığı birkaç cümleyle onurlandırıyor beni sağ olsun Siyami Abi. “Hoş geldin hocam.” diyor, gülümsüyor. Hoş buldum, diyorum kibarca.

“Bu da Ali Tavşancıoğlu,  Şehriyar dergisini bilir misin?”

Duyduğumu ifade ediyorum biraz ilgisiz. Aklım raflarda çünkü.

“Yozgat’ın ilk kültür, sanat, edebiyat dergisiydi. Finans probleminden dolayı çıkmıyor artık. Her sayısında emeği vardır Ali’nin.”

Başımla samimiyetimi ete kemiğe bürüyüp memnun oldum, diyorum gülümseyerek. Elleriyle çay tutuyor bize. Şekeri katıp ilk yudumlarımızı çekiyoruz.

Ortama ayak uyduran bütün içeceklerin damakta yeri kalır. Fiyatına bakılmaz, çay gariban içkisiyken kahve zengin ikramıdır. Bu yüzden fukaranın gözünde kahvenin hatırı vardır, çayın lafı bile olmaz; zengine karşı ezikliğimiz depreşsin diye. Tepsiyi masaya koyup karşımdaki sandalyeye oturuyor:

“Kıymalıları sipariş ettim, siz hele iki bardak çay için, ben kuş gibi bir çırpıda alır gelirim.”

İlk cümleler, ilk göz göze geliş, ilk intiba… Sonrasında defalarca bir araya geldik değişik vesilelerle. Her defasında sakalları gizlerdi mimiklerini. Sade giyinip bulunduğu yerin en mütevazi köşesini mekan tutmakta en büyük zevki. Bir dirhem benlik görmediğim sağlam edebiyatçı bir ahir zaman piriydi o.

Öyle süslü püslü, ağdalı cümleler kurmazdı; fazla da konuşmazdı zaten. Ama kulak kesilirdi anlatılanlara. İyi bir dinleyici olmakla birlikte her konuda kısa ve öz söyleyecekleri vardı. Bazen de es geçer, söylemeyiverirdi. Çok da önemli değildi onun için.

Bu kadar güzel şiir yazıp da egosu nötr olan başka adam görmedim hayatımda. Son yazdıklarını konuşurken “Salla onları hocam, ben onları öylesine yazdım.” diyecek kadar kemiksiz mütevazı idi. Mualla’ları şiirden saymasa da dibine kadar şiirdi benim gibi yüksekten korkup uçmaya bayılanlar için. Ulan ben hasta oldum bunlara, diyemedim ya ona yanarım.

Mualla serisinde gördüğümüz gibi yenilikçilikte sınır tanımayan bir şairin aynı zamanda Divan şiiriyle haşir neşir olması affedilir bir durum değildir. Divan şairlerine nazireler yazmakla kalmayıp aruzla özgün şiirler bina edecek kadar deli dolu duygular beslerdi eski şiire karşı. Yozgat’ta edebiyat hocalarının dahi akıl aldığı Divan Edebiyatı otoritesiydi bir bakıma. Ama o bunu belli etmezdi pek…

Yusuf Ziya Yozgadî ve Kastamonu Küre İnebolu Temaşası, Şu’ara-yı Bozok, Niğdeli Divan Şairleri Ali Tavşancıoğlu’nun tezkire niteliğindeki üç kitabıdır. Paranın kanımızı uyuşturduğu şu ahir zaman dünyasında zarar edeceğini bile bile sırf emek ürünü bu kitapları yazma becerisi gösterip edebiyat tarihine altın harflerle yazılması gereken insanlar için küçük iltifatları çok gören her türlü güç ve bürokrasinin canı cehenneme…

Son kitabı Meşher-i Şuara, mizah dergisi  Cafcaf’taki şiir ve yazılarından ortaya çıkmış tamamen kurgu bir eserdir. İkinci İbrahim’e yetişmiş Misvakî, Kusurî, Zıllî, Zennûri, Cingâri gibi İkinci Lale Devrinin on hayali şairinin yansıtıldığı modern zaman tezkiresi Meşheri-i Şuara fantastik kurgusu ve mizahi yönüyle edebiyatımızdaki müstesna yeri alacaktır.

Mualla serisi ise sanırım bilinçli olarak bir türlü kitaplaşamamıştır gözlerimizin önünde. Onun anısına sahip çıkarız belki, kim bilir:

Ben ölürsem Muallâ
İnan ki cesedin sahipsizlikten çürür
Samanpazarı’ndan Numune’ye doğru seğirtirsin
Adın Ankara’ya yapışır kalır
En iyisi bırak, kanıma başkası girsin
O zaman İstanbul bile seni alır
Seni Galata kulesinde sallandırmadan ölmemeliyim
Haliç’te suya gömmeden ya da
Biliyorum az biraz deliyim
Ah Muallâ, aklı olan yaşar mı dünyada

O, Türk Edebiyatının taşrada can çekişen yanı olmuştu hep. Popüler edebiyata asla meyletmemiş, yayıncılıktan başka geliri olmadığı halde hiçbir zaman aç kalırım derdine düşmemiş, bol bol kazık yemiş, dünya gerçeklerinden bihaber bir delioğlandı.“Yayıncı olacağına kuruyemiş dükkânı açaydın oğlum.” diyenlere gözlüklerinin üzerinden “o değilden o değilden”  bakıp cevap vermeme hakkını kullanarak âleme insanlık dersi veren serseri tabiatlı bir Yozgatlı Don Kişot’tu o.

Yazın hayatının her türlü basamağında ter dökmüş, dirsek çürütmüş en son yazarlıkta karar kıldıktan sonra bulunduğu her ortamda tehlikeli yazılar yazması hiçbir işte dikiş tutamamasına neden olmuştu. Kötü gazete insanı yayınevi sahibi yapar düsturuyla haklarını saklı tutup Kün Yayınlarını kurmuştu. Çok kısıtlı imkânlarla çıkardığımız Kün Edebiyat’ın hizmetkârı olmaktan hiç yüksünmemişti.

Ali Tavşancıoğlu, Türk Dili ve Edebiyatında okuyan bütün öğrencilerin tez danışmanlığını ücretsiz yapmış, ülkemizde eski edebiyatsever bir nesil yetişmesine büyük katkıda bulunmuş; maliyetine kitaplar basarak bu işin moral işi olduğunu camianın vampirlerine ve para babalarına ispatlamış bir gönül elçisiydi.

Birkaç okuyup adam olma denemesini yarıda bıraktığını biliyorum. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesini neden terk ettiğini hiç sormadım. O da anlatmadı doğrusu. Vardır bu işte bir hinlik ama kurcalamak istemedim. Lise mezunu olarak yaşadı hep, o vasıfla yazdı şiirlerini, yazılarını. El yazması Osmanlıca metinleri o vasıfla inceledi. Edebiyat Fakültesi öğrencilerinin Osmanlıca uzmanı Ali Abi’siydi oysa. Üstelik bekardı.

Tüm ticari ilişkilerinde zarar edebilecek kadar anlamazdı ticaretten. İsmini verip rencide etmek istemediğim bir tanıdığıma çıkardığı şiir kitabından dolayı küçük ama büyük bir kazık yemişti. Parasını peşinen almasını söylemiştim. “Senin tanıdığınmış ayıp olur hocam.” demesiyle dolandırılması bir oldu. Parasının yarısını alamadı. Almak için de bir girişimde bulunmadı. “Üç beş kuruşun peşine düşecek kadar çiğ değiliz hocam; kendi getirip verirse versin, yoksa aman kendini küçük düşürme.” diyerek safını belli etmişti gönlümüzde.

Mehmet Ali Çakır’ı çok severdi ama sevgisini belli etmeyecek kadar ketum, gülerken ağzını kapatacak kadar kibardı. Beyaz çizgili gömlek kimseye yakışmazdı ona yakıştığı kadar. Süleyman Efendi gibi değildi üstelik. Kalemi kılıçtan keskindi, konuşmasından aksi seyrederdi hep yazısı. Manevra kabiliyeti yüksek imgelerle saçmalayabilen ender şairlerdendi.

Telefon trafiğimiz hiç bitmedi. Bir ay önce aradığımda telefonu meşgule düşürüp “Hocam ağzımda yaralar çıktı. Bu yüzden konuşamıyorum. İyileşince ararım seni.”  diye mesaj göndermişti. O aramayınca yine ben aradım birkaç gün sonra ama telefonlarımı hiç açmadı; mesaj da göndermedi. Gönül koydum doğrusu. Nereden bilebilirdim yaralarının iyileşmediğini.

Sevgili Ercan aradı. “Ali Abi vefat etmiş” dedi. Oysa kanseri tedavülden kaldıracaktık en kısa zamanda; saçımız, sakalımız dökülmeyecekti güya. Dergi işine devam edecektik. Yazacak, yazacak, yazacaktık. Güya.
İyi cennetler dilerim usta. Herkese selamlar.

Allah rahmet eylesin.

 

Ömer Faruk Ünalan
İZDİHAM