21 Şubat 2018

Bertrand Russell, Psikoloji ve Politika

ile izdiham

Bu denemede psikolojinin yakın zamanda politika üzerindeki olası etkilerinin niteliği üzerinde durmak istiyorum. Bu anlamda, hem olumlu, hem olumsuz etkilerden söz etmek niyetindeyim.

Politik fikirler mantığa dayanmazlar. Altın standardının kabulü gibi teknik bir konunun kararlaştırılmasının temelinde bile duygusallık vardır; ve psikanilizcilere göre, bu duygusallık kibar bir toplulukta dile getirilecek türden değildir. Yetişkin bir kişinin duyguları, eğitimin yarattığı geniş bir dış kabuğun sarmaladığı bir içgüdü çekirdeğinden oluşur. Eğitimin devreye girmesi, düş gücünü etkilemek şeklinde kendini gösterir.

Herkes kendini iyi bir kimse olarak görmek ister; bu nedenle de, hem çabaları hem de kuruntuları, onu başarıya götürecek en iyi olanak olarak gördüğü şeylerin etkisinde kalır. Psikoloji öğrenmekle “iyi insan” kavramımızın değişikliğe uğrayacağını sanıyorum. Eğer öyle olursa, politika üzerindeki etkisinin çok büyük olacağı da ortadadır.

Gençliğinde çağdaş psikolojiyi öğrenmiş olan bir kimsenin Lord Curzon’a, ya da Londra piskoposuna benzeyebileceğinden kuşku duyarım.

Bütün bilimlerin iki tür etkide bulunması söz konusu olabilir. Birincisi, uzmanların, güç sahiplerinin yararlanacağı keşif ve icatlarda bulunmasıdır. İkincisi de, bilimin insanların düş gücünü etkilemesi, bu yolla da kurdukları analojilerde ve beklentilerinde değişiklikler meydana getirmesidir. Tam olarak ifade etmek gerekirse, yaşam tarzını değiştirmek gibi, pek çok sonuçları olan, üçüncü bir etkisi daha vardır. Fiziksel bilimlerde, bu üç tür etki günümüzde iyice belirginleşmiş bulunmaktadır. Uçaklar birinciye örnektir. Makineleşmeye dayalı yaşam görüşü ikinciye, toplumun büyük bölümünün tarım ve kırsal yaşamdan sanayi ve şehir yaşamına geçmesi de üçüncüye örnek gösterilebilir.

Psikolojinin etkilerine gelince, bu alanda hala geleceğe yönelik tahminlere bel bağlamak zorundayız. Geleceğe yönelik tahminler her zaman cüretkardır. Ancak birinci ve üçüncü türden etkiler konusunda, düşsel bakış açısındaki değişikliklere bağlı olan etkilere oranla, daha da cüretkardır. Bu nedenle, ben öncelikle ve daha çok bu iki tür etki üzerinde duracağım.

Biraz tarihe göz atmak konuya yaklaşmakta bize yardımcı olabilir. Ortaçağ da bütün politik sorunlar, analojiler şeklinde ortaya çıkan teolojik savlara göre çözümlenirdi. En önemli çatışma Papa ile İmparator arasındaydı: Papa’nın Güneş, İmparator’un da Ay olduğu kabul edilirdi; böylece, kazanan Papa olmuştu. Papa’nın daha güçlü orduları olduğu için kazandığını söylemek yanlış olur. Papa’nın ordusu, asker toplama görevini üstlenen Fransisken (St. Francis tarafından, 1209 yılında, Orta İtalya’da, Assin kasabasında kurulan mezhep. (Ç.N.)) rahiplerin ileri sürdüğü Güneş-ve-Ay analojisinin gücüne dayanıyordu.

İnsan kütlelerini gerçekten harekete geçiren ve önemli konuları sonuca götüren de bu tür şeylerdir. Günümüzde bazı kişiler toplumu bir makine, bazıları da bir ağaç olarak düşünürler. Faşistler, emperyalistler, sanayiciler ve bolşevikler birinci gruba; anayasa yanlıları, toprak sahipleri veya barışçılar da ikinci gruba girerler. Tartışma Guelfler ve Ghibelline’ler (Ortaçağ İtalyasında, İmparator yanlısı aristokratların siyasal partisi olan Ghibellinelere karşı olan, Papa yanlısı siyasal parti üyeleri. (Ç.N)) tartışması kadar anlamsızdır; çünkü toplum ne ağaçtır ne de makine.

Rönesans’la beraber ikinci bir etken ortaya çıkar: edebiyat, özellikle de klasik edebiyat. Bu etken, çoğunlukla, devlet okullarında ve eski üniversitelerde okumuş olanlar arasında günümüze dek süregelmiştir. Profesör Gilbert Murray’in, ((1866-1957): İngiliz bilgin ve devlet adamı. (Ç.N.)) bir sorun hakkında karar vermeden önce ilk tepkisinin sanki “Euripides (İ.Ö. 5. yüzyılda yaşamış Grek tiyatro yazarı. (Ç.N.)) bu konuda ne derdi?” diye sormak olduğunu hissederiz. Bu görüş artık gücünü yitirmiştir. Ancak, Rönesans’ta ve onsekizinci yüzyılın Fransız Devrimi’ne kadarki kesitinde bu görüş egemen olmuştur. Devrimin ünlü hatipleri kendilerini togalar içinde görürler, sürekli olarak da Roma’nın parlak erdemlerinden söz ederlerdi. Montesquieu ve Rousseau gibi yazarlar günümüz yazarlarının herhangi birinin sahip olabileceğinin çok üstünde etkiye sahiptiler. Amerikan anayasasının, Montesquieu’nün İngiliz anayasası olarak düşlediği yasa olduğu söylenebilir. Roma hayranlığının Code Napoleon (Napolyon’un gözetiminde 1804’de yasalaşan Fransız Medeni Kanunu. (Ç.N.)) üzerindeki etkisinin ayrıntılarından söz edecek ölçüde bir hukukçu değilim.

Sanayi devrimi ile yeni bir çağa, fizik çağına girmiş bulunuyoruz. Bilim adamları, özellikle Galileo ve Newton, bu çağın temelini hazırladılar; ancak çağı başlatan, ekonominin tekniğine bilimin girmesi oldu. Makine çok tuhaf bir nesnedir: bilinen bilimsel yasalar uyarınca çalışır (öyle olmasaydı zaten üretilemezdi); kendi dışında, insanla, daha çok insanın fiziksel yaşamıyla ilgili olan belirli bir amacı vardır. Makinenin insanla ilişkisi, Kalvenci teolojide insanın Tanrı ile olan ilişkisinin aynıdır. Sanayileşmenin Anglikanlar değil de Protestanlar ve İngiltere Kilisesi dışındakiler tarafından icadedilmesinin nedeni belki de budur. Makine analojisinin düşünce dünyamız üzerinde derin etkileri vardır. Dünyaya “mekanik” bir bakış açısı, “mekanik” açıklama, vb. deyimler kullandığımızda, bunları fizik yasaları diliyle bir açıklama anlamında kullanırız; ancak, makinenin teolojik yönünü, yani kendi dışında var olan bir amaca yönelik olduğunu da, belki de bilinç-dışı olarak, belirtmiş oluruz. Demek ki, toplumu bir makineye benzetirsek, onun kendi dışında bir tür amacının var olduğunu düşünmekteyiz. Artık onun Tanrı’yı yüceltmek için var olduğunu söylemek bizi tatmin etmiyor. Tanrı ile eş anlamlı sözcükler bulma sıkıntımız da yok: örneğin İngiltere Merkez Bankası, İngiliz İmparatorluğu, Standart Petrol Şirketi, Komunist Parti, vb.Savaşlarımız da bu eş anlamlı sözcükler arasındaki çatışmalardır; yani,
Ortaçağ’ın Güneş-ve-Ay sorununun tekrarı.

Fizik biliminin güçlü olması, onun günlük yaşamı büyük ölçüde değiştiren kesin bir bilim dalı olmasından dolayıdır. Bu değişim onun insanı değil, ortamı etkilemesi ile ortaya çıkmıştır. Aynı ölçüde kesin ve insanı doğrudan etkileyen başka bir bilim dalı var olsaydı fizik gölgede kalırdı. İşte psikoloji bir gün böyle bir bilim haline gelebilir. Son zamanlara kadar psikoloji önemsiz bir felsefi laf kalabalığı sayılırdı -gençliğimde edindiğim eğitimsel psikolojik bilgiler öğrenmeye değer şeyler değildi. Ancak şimdilerde psikolojiye iki değişik yaklaşım var ve ikisi de önemli: birisi fizyologların, öteki de psikanalizcilerin yaklaşımı. Bu iki yaklaşımın sonuçları daha belirgin ve kesin hale geldiğinde, insanların bakış açısına da giderek psikolojinin egemen olacağı açıktır.

Buna örnek olarak eğitimi ele alalım. Eskiden yaygın olan görüşe göre eğitime sekiz yaşında ve Latince çekimlerle başlamak gerekiyordu; bu yaş öncesinde neler olduğu önemli sayılmazdı. İşçi Partisi’ne temelde hala aynı görüşün egemen olduğu görülüyor; iktidardayen küçüklere anaokulu açmak yerine, on dört yaş sonrası eğitimi geliştirmeye daha çok önem verdiler.

Dikkati ileri yaştaki eğitim üzerinde yoğunlaştırmak, eğitimin gücüne duyulan güven konusunda kötümserliği de içerir; gerçekten başarabileceği tek şeyin, insanı geçimini kazanır duruma getirebileceği olduğu düşünülür. Ancak bilimsel yaklaşım, eğitime, çok daha erken yaşlarda başlamak koşuluyla, eskiden olduğundan çok fazla güç atfetmektedir. Psikanalizciler eğitime doğumla birlikte başlanmasını isterler; biyologlar ise daha da önce. Bir balığa iki yanda birer göz yerine, ortada tek bir göze sahip olmayı öğretebilirsiniz (Jennings, Prometheus, s. 60). Ancak bunu yapmak için, işe balık doğmadan çok önce başlamanız gerekir. Şimdilik, memelilerin doğum öncesi eğitimini gerçekleştirmek için birtakım güçlükleri aşmak gerekiyorsa da, ileride olasılıkla bu da başarılacaktır.

Bana “eğitim”i çok garip bir anlamda kullandığımı söyleyeceksiniz. Bir balığın görünümünü çarpıtmak ile bir çocuğa Latince gramer öğretmek arasında ortak olan nedir? Bana, bu ikisinin çok benzer göründüklerini söylemeliyim: ikisi de deneycinin zevki uğruna verilen gereksiz zarardır. Bunun eğitimin tanımı için pek geçerli olduğunu söyleyemem. Eğitimin özü, bir organizmada teknisyenin amaçları doğrultusunda bir değişim -ölüm dışında- elde etmektir. Doğal olarak, teknisyen öğrenciyi geliştirmeyi amaçladığını söyler; ancak bu sözler tarafsız bir bakışla, doğrulanabilir bir gerçeği yansıtmamaktadır.

Bir organizmayı değiştirmenin türlü yolları vardır. Bir gözünü kaybeden balık veya apendiksini aldıran adam örneğinde olduğu gibi, organizmanın anatomisini değiştirebilirsiniz. Metabolizmasını, örneğin ilaçlarla değiştirebilirsiniz. İlişkiler yaratarak alışkanlıklarını değiştirebilirsiniz. Normal öğretim de bu sonuncusunun bir özel halidir. Organizma çok yeni olduğundan, öğretim dışında kalan eğitimde değişim sağlanabilir. Geri zekalılık ile iyot eksikliği arasındaki bağlantı herkesçe bilinir. Belki zeki kişilerin, yeterince temiz olmayan kaplarda oluşan bazı ender bileşimlerin, yiyeceklerine çok az miktarda istenmeden karıştığı kimseler olduğunu bir gün keşfedeceğiz. Ya da, belirleyici etken, belki de annenin hamilelik dönemindeki beslenme yöntemidir. Bu konuda hiçbir şey bilmesem de semenderlerin eğitimi konusunda insanlarınkinden çok daha fazla bilgi sahibi olduğumuzu biliyorum. Bunun temel nedeni de semenderlerin ruhları olmadığını düşünmemizdir.

Erken eğitimin psikolojik yönüne doğumdan önce başlamak pek olanaklı değildir. Çünkü bu eğitim daha çok alışkanlıklar edinilmesiyle ilişkilidir; doğum öncesi alışkanlıklar ise doğum sonrasında, çoğu kez, işe yaramazlar. Ancak ilk yılların karakterin oluşmasındaki çok büyük önemi sanırım kuşku götürmez. Zihinsel konuların beden aracılığıyla ele alınmasını savunanlarla doğrudan ele alınmasını savunanlar arasında, bana göre tümüyle gereksiz olan bir çatışma vardır. Eski ekolden tıp adamları, hıristiyanlığa içtenlikle inandıkları halde, materyalist olma eğilimindedirler; ruhsal bozuklukların bedensel nedenleri olduğuna, tedavinin de bu nedenleri gidererek yapılması gerektiğine inanırlar. Psikanalizciler ise, bunun tersine, hep psikolojik nedenler ararlar ve onlar üzerinde uğraşırlar. Bana göre, bütün bu gereksiz çatışmalar zihin-ve-madde dualizmi ile bağıntılıdır.

Bazen dipte yatan fiziksel nedeni, bazen de dipte yatan psikolojik nedeni bulmak daha kolaydır. Ben, bunların her ikisinin de aynı zamanda var olduğu ve belli bir durum söz konusu olduğunda, en kolay bulunabilecek olanı üzerinde durmanın akıllıca olacağı kanısındayım. Bir vakayı tentürdiyot sürerek, bir başkasını fobiyi ortadan kaldırarak tedavi etmekte bir tutarsızlık yoktur.

Politikaya psikolojik açıdan bakmaya çalıştığımızda, konuya doğal yaklaşım, sıradan insanların temel duygusal dürtülerini ve bunların çevrenin etkisiyle nasıl geliştirilebileceğini araştırarak işe başlamaktır. Yüz yıl öncesinin ortodoks ekonomistleri politikacının dikkate alması gereken yegane şeyin elde etmek güdüsü olduğunu düşünürlerdi. Bu görüş Marx tarafından benimsenmiş ve tarihe ekonomik açıdan getirdiği yorumun temelini oluşturmuştur. Bu görüş fizikten ve sanayileşmekten kaynaklanmıştır ve çağımızda fizik biliminin düş gücünü etkileyen egemenliğinin bir ürünüdür. Günümüzde bu görüşü benimseyenler kapitalistler, komünistler, The Times gazetesi ve yargıçlar gibi saygın kurum ve kişilerdir. Bu son ikisi, işsizlik tazminatıyla geçinen bir adamla evlenmek uğruna kazancını feda eden bir genç kadın görünce şaşkınlıklarını saklayamazlar. Onlara göre mutluluk gelir ile orantılıdır; evde kalmış varlıklı bir bayan evli bir yoksul bayandan daha mutlu olmalıdır. Bu düşüncenin doğru olduğunu göstermek için de evli yoksul bayana acı çektirmek için elimizden gelen herşeyi yaparız.

Psikanalizciler de, ortodoksluğa ve Marksizme karşı, insanın temel dürtüsünün cinsellik olduğunu söylerler. Onlara göre elde etme dürtüsü hastalık haline gelmiş bir tür cinsel sapıklıktır. Bu görüşün yandaşlarının ekonomik görüşü destekleyenlerden çok farklı davranacağı ortadadır. Bazı patolojik kişiler dışında herkes mutlu olmayı arzular; ancak insanların çoğunluğu mutluluğu nelerin oluşturduğu konusunda o gün yaygın olan teoriyi kabullenir. Eğer zenginliğin mutluluk olduğunu düşünüyorlarsa, cinselliğin zorunlu olduğunu düşünmeleri durumunda davranacaklarından farklı davranacaklardır. Ben her iki görüşün de tam doğru olmadığı; ancak ikincisinin birincisinden daha az zararlı olduğu kanısındayım. Burada, ortaya çıkan mutluluğun nelerden oluştuğu konusunda doğru bir teorinin önemi ortaya çıkıyor.

Meslek seçimi gibi önemli konularda kişi, büyük ölçüde, teorilerin etkisinde kalır. Eğer yaygın olan teori gerçeğe uygun değilse, başarılı kişiler mutsuz olacak, ama bunun nedenini bilmeyeceklerdir. Bu onları öfkeyle dolduracak, bu öfke de bilinç-dışı olarak kıskandıkları gençleri boğazlama arzusuna yol açacaktır. Çağdaş politikaların çoğu, her ne kadar ekonomik temellere dayanıyor görünseler de, aslında içgüdüsel doyum yokluğundan kaynaklanan öfkeye dayanmaktadır; bu doyum yokluğuna da, büyük ölçüde, revaçta olan hatalı psikolojik görüş neden olmaktadır.

Cinselliğin yeterli olduğunu sanmıyorum. Cinsellik engellendiği zaman, özellikle politikada, önemli bir etken olur. Evlenmemiş yaşlı hanımlar, savaş sırasında, biraz da genç erkeklerce ihmal edilmelerinden kaynaklanan, saldırgan bir tutuma girmişlerdir. Hala da anormal derecede kavgacıdırlar. Ateşkesten hemen sonra trenle Saltash köprüsünden geçerken aşağıda demir atmış birçok savaş gemisi gördüğümü anımsarım. Kompartmandaki iki yaşlıca hanım birbirleriyle “Bunları böyle aylak yatar görmek ne üzücü,” diye konuşuyarlardı. Doyurulmuş cinsellik ise politikayı artık etkilemez. Açlık ve susuzluğun politik açıdan daha önemli olduğunu söyleyebilirim. Ailenin öneminden dolayı, ana-babalık son derece önemlidir. Rivers bunun özel mülkiyetin kaynağı olduğunu bile öne sürmüştü. Ancak ana-baba olmak cinsellikle karıştırılmamalıdır.

Yaşamın korunmasına ve nüfusun artmasına hizmet eden güdüler yanında, genellikle şan şöhret diyebileceğimiz şeyle ilgili başka güdüler de vardır: güç tutkusu, kendini beğenmişlik, ve rekabet. Bunların politikada çok önemli rol oynadığı su götürmez. Eğer politikanın yaşamı çekilmez hale getirmesini istemiyorsak, bu şan şöhret güdüleri dizginlenmeli ve kendi sınırlarını aşmamaları sağlanmalıdır.

Temel güdülerimiz iyi veya kötü değildirler; etik açıdan nötrdürler. Eğitim onların iyi yönde biçimlendirilmesini amaçlamalıdır. Günümüzde bile hıristiyanların pek hoşlandıkları eski yöntem, güdüleri engellemeye yöneliktir; yeni yöntem ise güdüleri, onlardan yararlanacak biçimde şekillendirme yönündedir. Güç tutkusunu ele alalım: Hıristiyanlığın öngördüğü alçakgönüllülüğü öğütlemenin bir yararı yoktur; o sadece bu itiyi ikiyüzlülüğe dönüştürür. Yapılacak şey ona yararlı çıkış yolları sağlamaktır. Doğuştan gelen güdüler binbir yolla tatmin edilebilir -zulüm, politika, ticaret, bilim sanat gibi. Kişi kendi becerisi doğrultusunda bir yol seçerek güç tutkusuna bir çıkış yolu sağlar; gençliğinde edindiği beceri türüne uygun şu veya bu mesleği seçer. Devlet okullarımızın tek amacı yalnız ve yalnız baskı altına alma tekniğini öğretmektir. Bunun sonucu olarak da beyaz ırkın sorumluluğunu yüklenen insanlar yetiştirmektedirler. Eğer bu insanlara bilim yapma olanağı tanınsa çoğu bunu yeğlerdi.

İki konuda ustalaşmış bir kimse genellikle bunlardan daha zor olanı üzerinde çalışmayı yeğler; hiçbir satranççı dama oynamaz. Becerinin erdeme yardımcı olması bu yolla sağlanabilir.

Başka bir örnek olarak korkuyu ele alalım. Rivers tehlike karşısında gösterilen ve her biri belirli koşullarda geçerli olan dört tür tepki sayıyor:

1. Korkma ve Kaçma

2. Öfke ve Dövüşme

3. Şaşırtmaca

4. Paralize olma

Bunlar içinde en iyisinin üçüncüsü olduğu ortadadır; ancak, özel beceri sahibi olmayı gerektirir. İkincisi militaristler, erkek öğretmenler, rahipler, vb. tarafından “cesaret” adı altında övülür. Bütün yönetici sınıflar kendi bireylerinde bu tepkiyi, egemenlikleri altındaki toplumlarda da korkma ve kaçmayı oluşturmayı amaçlar. Aynı şekilde kadınlar da günümüze dek, özenle, ürkek olacak şekilde yetiştirilmişlerdir. İşçi sınıfında taklitçilik ve sosyal uysallık şeklinde kendini gösteren aşağılık kompleksi günümüzde de mevcuttur.

Psikolojinin, güç sahiplerinin eline yeni yeni silahlar vermesi olasıdır. O zaman uysallığı ve ürkekliği yaygınlaştırabilecekler; kitleleri gittikçe daha çok evcil hayvanlara dönüştürebileceklerdir. Güç sahipleri derken sadece sermaye sahiplerini değil, aynı zamanda sendika ve İşçi Partisi’ninkiler dahil, bütün görevlileri kastediyorum. Her görevli, elinde yetki bulunduran herkes, emri altındakilerin uysal olmalarını ister. Bu kimseler, emirleri altındakiler, kendilerinin ihsan etmek lütfunda bulunduğu şeyler için minnettar olacak yerde, nelerle mutlu olacakları konusunda kendileri karar vermek isterlerse, öfkelenirler. Miras yoluyla geçiş ilkesi, geçmişte, yönetici sınıfın çoğunluğunun tembel ve etkisiz kalmasını sağlamıştı. Bu başkalarına şans vermek demekti.

Eğer yönetici sınıf her nesilde kendi çabalarıyla yükselmiş en dinamik kişilerden oluşursa, sıradan ölümlüler için durum çok karanlık olur. Böyle bir dünyada tembellerin, yani başkalarının işine karışmak istemeyenlerin haklarının nasıl savunulacağını kestirmek zordur. Gücün itişip kakışma karşılığında elde edildiği bir dünyada yumuşakbaşlı insanların da bir şansı olacaksa, gençliklerinde korkusuzluğu ve enerjik olmayı öğrenmeleri gerekli gibi görünüyor. Demokrasi belki de geçici bir evredir. Eğer öyleyse, psikoloji, kölelerin zincirlerini perçinlemeye hizmet edecektir. Bu nedenle, demokrasiyi, baskı tekniği kusursuzluğa erişmeden önce, güçlendirmek büyük önem taşımaktadır.

Başlangıçta sözünü ettiğim bilimin üç etkisine geri dönelim. Hükümet şeklinin ne olacağını bilmiyorsak iktidardakilerin psikolojiden nasıl yararlanacaklarını da tahmin edemeyiz. Her bilim gibi psikoloji de yetkililerin eline yeni silahlar, özellikle de eğitim ve propaganda silahlarını verecektir. İleri psikolojik teknikler bunların ikisini de, karşı koymayı olanaksız kılan bir noktaya kadar geliştirebilir. İktidar sahipleri barış istiyorlarsa barışçı, savaş istiyorlarsa savaşçı bir toplum yaratabilirler. Aklı geliştirmek isterlerse akıl, aptallığı geliştirmek isterlerse de aptallık üretebilirler. Bu bakımdan, geleceği kestirmek olanaksızdır.

Psikolojinin, düş gücü üzerine birbirine karşıt iki tür etkide bulunması olasıdır. Bir yandan, gerekirciliğin daha yaygın bir kabul görmesi beklenir.Meteoroloji bilimi, yağmur duasından yarar bekleyenlerin çoğunun rahatını kaçırmıştır; ama iyi kalplilik için dua etmek insanları pek rahatsız etmemektedir. İyi kalpli olmanın nedenleri yağmurun nedenleri kadar iyi bilinseydi aradaki fark da ortadan kalkardı. Bir Harley Street uzmanına birkaç sterlin ödemekle bir ermiş olunabilseydi, kendini kötü emellerden kurtarmak için bir doktor çağırmak yerine dua eden kişi ikiyüzlü olarak nitelenirdi. Gerekirciliğin yaygınlaşmasıyla çabada bir azalma, manevi tembellikte de bir artma olabilir -böyle bir etki mantıksal olmasa da. Bunun bir kayıp mı yoksa bir kazanç mı olacağını kestiremiyorum; çünkü, yanlış psikoloji ile birarada giden manevi çabanın iyiliği mi yoksa kötülüğü mü artıracağını bilmiyorum.

Öte yandan, (psikolojinin düş gücü üzerindeki ikinci tür etkisi sonucu) hem metafiziksel hem de etik maddecilikten kurtuluşa yol açılır. Genelde kabul görmüş ve uygulamada yararlı sonuç vermiş bir bilimin konusunu oluşturdukları için duygular daha çok önemsenirdi. Böyle bir etki, kanımca, tümüyle yararlı olurdu; çünkü mutluluğun nelerden kaynaklandığı konusunda benimsenmiş olan yanlış fikirleri ortadan kaldırırdı. Psikolojinin keşif ve bulgular yoluyla yaşam biçimimizde yapabileceği değişiklik konusunda bir tahmin yapmaya girişmiyorum; çünkü herhangi bir etki yerine bir başkasının görülmesini beklemek için bir neden göremiyorum. Örneğin, en önemli etki, zencilere, başka hiçbir yeni beceri kazandırmadan beyazlar kadar iyi dövüşmeyi öğretmek olabilir.

Veya, tersine, zencileri doğum kontrolü uygulamaya teşvik etmek için psikolojiden yararlanılabilir. Bu iki farklı olanak birbirinden çok farklı dünyalara yol açar; birinin mi yoksa ötekinin mi gerçekleşeceğini, ya da ikisinin birlikte mi gerçekleşeceğini kestirmenin bir yolu da yoktur.

Son olarak: psikolojinin büyük pratik önemi, sıradan insanlara mutluluğun nelerden oluştuğu konusunda daha doğru bir fikir verecek olmasındadır. İnsanlar gerçekten mutlu olursa haset, öfke ve yıkıcı itilerle dolu olmazlar. Yaşamsal gereksinimler dışında, -en az işçiler için olduğu kadar orta sınıf için de- en büyük gereksinim cinsel özgürlük, çocuk sahibi olmak özgürlüğüdür.

Kendileri mutluluğu kaçırmış olan ve başkaları için de öyle olmasını arzuluyan kötü niyetli insanların engellemesi olmasa, günümüzdeki bilgi birikimi ile, içgüdüsel mutluluğu sağlamak herkes için kolaylaşırdı. Mutluluk yaygın olunca kendi kendisini koruyabilirdi; çünkü günümüzde tüm politikayı oluşturan nefret ve korkuya çağrı yanıtsız kalırdı.

Ancak, psikoloji bilgisi bir aristokrasinin eline geçer ve onun tarafından kullanılırsa, bilinen kötülüklerin devamına ve yoğunlaşmasına yol açacaktır. Dünya, ilk ortaya çıkmasından bu yana görülmemiş ölçüde mutluluk getirebilecek her türlü bilgiyle doludur. Ancak eski uyumsuzluklar, açgözlülük, haset ve dinsel zulüm yolu kapatmaktadır. Sonucun ne olacağını bilmiyorum; fakat bunun insanoğlunun şimdiye kadar karşılaştığı her şeyden daha iyi ya da daha kötü olacağını tahmin ediyorum.

Bertrand Russell, Çeviri: Nermin Arık

İZDİHAM