21 Eylül 2016

Ayşe Ovalı, Yollar

ile izdiham

Bir adam… Halveti kasvet olmuş, yüklenen ağırlıktan omuzları düşmüş…

Boş otel odasının soğukluğu iliklerine kadar işlemiş. Rahatsız olmuyor. Saatlerdir hareketsiz halde yatağının üzerinde oturuyor. İçinde dolanan karabulutların tesiriyle bir noktaya dalıp yaşadıklarını tekrar tekrar düşünüyor. Hep aynı yerden başlıyor, aynı kişileri suçluyor ve sonunda kendinin mağdur olduğu bu kaseti durmadan başa sarıyor.

Gözleri ve daldığı nokta arasında ki çekişme kıran kırana… Güç bela bakışlarını kurtarıyor. Bu kısır döngüden sıyrılmalı şimdilik başarıyor. Odaya, etrafına bakıyor. İçerisinin karardığını fark ediyor. Bu kasvetli karanlığın içinde dolanan karabulutlardan mülhem olduğunu düşünüyor. Çok geçmiyor, saçmaladığını fark diyor. Duvarda asılı olan dikdörtgen şeklinde ki saate bakıyor. Oldum olası kare ve dikdörtgen şeklindeki saatler onu hep rahatsız etmiştir. Saat dediğin daire şeklinde olmalı, diyor. Zaman, çoğu kısır olan bir döngüyü ifade eden anlar toplamı iken, dikdörtgen olan bir saatten öğrendiği an ne kadar doğruyu gösterebilir? Düşünüyor. İstemeyerek de olsa bu anlamsız saatten zamanı öğreniyor. Vakit henüz erken. Ayağa kalkıyor. Pencerenin önüne doğru gidiyor. Dışarı bakınca odada ki kasvetli şimdi anlıyor. Aynı kendi içi gibi gökyüzü de karabulutlarla dolmuş. Bulutların ağlaması an meselesi, diyor.

Bir yağmur damlası… Pencerenin camına vuruyor. Bir an afallıyor; gövdesini önüne alıp ilerlemeye başlıyor. Camın yüzeyindeki tozlar, doğru ilerlemesine engel. Üstelik son yağmurun ardından cama iyice yapışmışlar. Fakat yağmur damlası inatçı… Yalpalayarak da olsa ilerliyor. Kimselerin bilmediği, vakur duruşundan aldığı güçle kendi yolunu çizme gayretinde. Böyle giderse hedefine ulaşacak.

Böyle gitseydi, hedefine ulaşacaktı. Yağmur birden bastırmasaydı. Bastırıp, yüzeyi bir sürü yağmur damlasıyla doldurmasaydı. Diğer yağmur damlaları önüne çıkmasaydı; önüne çıkan engel, kendi türünden olmasaydı ya da engel sadece cama yapışan inatçı tozlar olsaydı şimdi herhangi bir yağmur damlasının çizdiği yola katılıp orada kaybolmazdı. Kendi çizeceği yol ideali, başkasının yolunda yok olmazdı.

     Bir gözyaşı damlası… Adamın göz çukurunda beliriyor. Boş bir otel odası kadar soğuk olan yanaklarına doğru yol çizmeye başlıyor. Yüzündeki ılıklığı hisseden adam, dakikalardır camda seyretmekte olduğu yağmur damlalarını donuklaştırıyor. Kendi yansımasına dikkat kesiliyor. Gözyaşı damlasının, zamanı değersiz kılan aheste ilerleyişi adamı büyülüyor. Çocukluğundan beri erkekler ağlamaz tabusunu kutsal bir metin gibi benimsemesi, aklında; duygularının bulunduğu köşenin en üstüne kazımasına rağmen işlemiş olduğu bu sosyal günahtan rahatsız olmuyor.

 Gözyaşı onu hiçbir zaman rahatsız etmemişti aslında. Fakat ağabeyi böyle değildi. Onun yanında ağlamak şöyle dursun, gözlerinin buğulanma ihtimalinden bile çekinirdi. Herkesin de ağabeyi gibi düşündüğünü biliyordu. Mahalle maçlarında oyuncusu olduğu takım yenilince, delice sıktığı dişleri ve kızaran yüzüne rağmen ağlamayışı; kuytu bir köşe arayışı, sonra da herkesçe kötü olarak bilenen bu tabuyu hüngür hüngür yıkışının sebebi hep diğerleriydi.

Sonradan öğretilen şeylere, fıtratın üzerine yapılan eke; gelen-eke bir türlü uyum sağlayamamıştı. Cacığı çorba bilip içine ekmek doğrayışı, cuma geceleri Yasin dışında herhangi bir sureyi okuyuşu, ev işleriyle uğraşmaktan yorgun düşen annesine gocunmadan yardım edişi… Hep bu uyumsuzluktan kaynaklanıyordu.

 O gün… Matematik dersinden sıfır aldığı, sevdiği kızın; Hazel’in gözleri önünde öğretmeninden aşağılayıcı azalar işittiği, efkârını dağıtmak için arkadaşından aldığı sigarayı daha önce nikotin görmemiş ciğerlerine ilk kez çektiği anda babasının onu yakalayıp bin bir azarla eve getirdiği o gün, gözyaşını ağabeyinden bile saklamadı.  Lan oğlum erkekler ağlamaz, sil şu gözyaşlarını diyerek azarladığı sırada, gözyaşlarından hiç çekinmeden ağabeyinin gözlerinin içine baktı. İyi de ağabey, dedi erkekler ağlamaz madem bu gözyaşı neden var?

Gözlerini yağmur damlalarıyla dolu camdan, cama yansıyan yüzünden, yüzünde akan bir damla yaştan alamıyordu. Bu gözyaşı neden vardı? Sonra, neden bir yağmur damlasını seyrederken ağlamıştı? Gözyaşının bu aheste ilerleyişi ve yanaklarını okşuyormuşçasına gidişi, niyeydi?

Gözyaşı damlasının muvazeneli ve afif düşüşü adamı giderek etkisi altına alıyordu. Büyülenmiş gibiydi, başı dönmeye başladı. Bir süre sonra geçer beklentisinin aksine şiddeti artarak devam ediyordu. Etrafındaki bütün nesnelerin görüntüsü iyice kaymış, renkler büsbütün iç içe geçmişti.

Her şeyin normale döndüğü o anda kendini bir gözyaşı damlası olarak buldu. Kendi yanağında olduğunun bilincinde, ilerlemeye başladı. Biraz ötede, sayısız gözyaşı yolları olduğunu fark etti. İlerlemeye devam ediyordu. Yol ayrımına yaklaştıkça gözyaşı yollarının üzerinde yazılar olduğunu fark etti: Mutluluk, hüzün, başarı, mağlubiyet, korku… Başından beri ne için aktığını bilmediği bir gözyaşı olarak, hangisini seçmeliydi? Bilemiyordu. Yalnız, mutluluk yolu onu heyecanlandırmıştı. Buradan başlamalıydı.

Daha yola girer girmez sürur içini kaplamıştı. Yüzeyinde rahatça aktığını fark etti; ilkbaharda, gelincik çiçekleriyle dolu kırlarda elinde uçurtmasıyla koştuğu zamanlardaki gibi şendi. Uzun zamandır hatırlamadığı bu duygunun sarhoşluğunu üzerindeyken, ileride bir kapı gördü. Yolun sonuna gelmiş olmalıydı. Kapı, gözyaşı damlasının yaklaştığını hissedince kendiliğinden açılmıştı. İçeriden yola doğru süzülen ışıklar üzerine doğru geldikçe parıldıyor, neşesine neşe katıyordu.  Mutluluk kapısının önüne gelince hemen içeri girmek istese de, sebebini kendisinin de bilmediği halde durdu. Kapının önünden içeriyi seyretmeye koyuldu. İçerisi, göz kamaştıracak kadar aydınlıktı ve olabildiğince genişti. Çocukluğundan bu yana kendisini mutlu hissettiği ne kadar anı varsa, üst üste ve yan yana dizilmiş ekranlardan, her birini teker teker seyredebiliyordu. Kendini en mutlu hissettiği, sevdiği kıza; Hazel’e açılıp, kızın da kendisine karşı aynı hisleri taşıdığını öğrendiği ekran gittikçe büyüyordu. Her yeri kaplayacağını düşündüğü o anda mutluluk kapısı birden kapandı. Gözyaşı damlası, altında oluşan karanlık boşluktan düşmeye başladı.

Etrafı aydınlık olan bir zemine çarptı. Şaşkınlığı hala üzerindeyken kendini başarı yolunda ilerlerken buldu. Bu yol mutluluk yolu gibi düz değildi. Süzülmeye henüz başlamıştı ki yol üzerindeki bir çukura düşüverdi. Elsiz ayaksız haline bakmadan çukurdan çıkış yolunu arıyordu. Geriye doğru çekildi. Vazgeçiş olarak görünen bu hamle, en uç noktaya girmesi için gerekliydi. Kendini bir geri bir ileri atarak oluşturduğu hızla bir süre sonra çukurdan kurtulmayı başarmıştı. Fakat önünde duran sarp yokuşu fark edince buna sevinemedi. Kendisini pasif hissettirecek bu hedefe pür dikkat bakarak onu gözünde büyüttüğünü fark etti. Üstelik bu durum kendi potansiyelini de unutturuyordu. Böyle yapmamalıydı. Sarp yokuşla arasındaki mesafeyi ve kendini düşündü. Son sürat ilerlemeye başladı. Hızı arttıkça öne doğru bombeli şekli yok olmuş, su topuna dönüşmüştü. Tam bir daire şeklini alınca tırmanmaya başladı. Zirveyi çıkarken zorlansa da, sarp yokuşu aşabilmişti. Hızı normale dönünce eski halini almış vaziyette, başarı kapısının önünde durdu. Kapı kendiliğinden açıldı. Mutluluk kapısındaki gibi dışarıya ışıklar saçmıyordu fakat içerisi aydınlıktı. Çocukluğundan bu yana kendisini başarılı hissettiği ne kadar anı varsa, üst üste ve yan yana dizilmiş ekrandan seyredebiliyordu. Kendini en başarılı hissettiği, iyi bir üniversitenin iyi bir bölümüne yerleştiğini öğrendiği anı gösteren ekran büyümeye başladı. Her yeri kaplayacağını düşündüğü o esnada başarı kapısı üzerine kapandı. Gözyaşı damlası, altında oluşan kara delikten tekrar düşmeye başlamıştı.

Etrafı, diğerleri gibi aydınlık olmayan bir zemine buldu kendini. Hüzün yoluydu burası. Dardı, gözyaşı damlasını sıkıyordu. Çok aşınmış olduğundan olsa gerek diğerlerine göre bir hayli derindi. Kolayca ilerlemesine anlam veremiyordu. Doğru ya, hüzün öyle zor elde edilen bir duygu değildi. Hiçbir şey yokken bile omuzları düşürerek bir noktaya bakmak, hüzünlenmek için yeterdi. Üstelik hüzün, bir kere insanın içine düşmeye görsün, çabucak her yanı istila ederdi. Şimdi de böyle olmuştu. Karanlık bir gecenin ortasında, uykunun en derin yerinde; rüyasında annesinin öldüğünü gören küçük bir çocuk gibi karmaşık duyguların tesirindeydi. Kasvetli ilerleyiş nihayete erdiğinde hüzün kapısının önünde durdu. Kapı açıldı. İçerisi karanlıktı. Üst üste ve alt alta dizilmiş sayısız ekrana bakıyor, baktıkça şaşkınlığı artıyordu. Arıyor, bir tanesinde bile kendisinin olduğu bir görüntü bulamıyordu. Çocukluğundan bu yana onu ne kadar üzen insanlar varsa, hepsini ayrı ayrı ekrandan, üzdükleri anlardan ki kesitleriyle seyredebiliyordu. Yine sayısız ekrandan biri büyümeye başladı. Ekranda; sevdiği kızın, Hazel’in ailesinin cebi bol bir damat adayı bulunca evlenmelerine izin vermemesi, annesinin iyi aile kızı olduğunu düşündüğü biriyle evlenmesi konusundaki ısrarı ve bu ısrara dayanamayışı, evlenmesi, aradan seneler geçmesine rağmen bu zavallı kadıncağızı bir türlü sevemeyişi vardı.

Kapı kapanmamıştı. Gözyaşı damlası, istemeyerek de olsa içeri süzüldü. Artık ilerleyeceği bir yol kalmamıştı, boşlukta duruyordu. Ekran büyümeye devam ederken, sonunda kendini bir ev sıcaklığını otel odasının soğukluğuna tercih ettiği, yağmur damlalarıyla dolu cama bakıyorken gördü.  Ekran bir fotoğraf karesi gibi dondu, ucu bucağı görünmeyecek kadar büyüdü ve gözyaşı damlasının etrafını sardı. Giderek artan hızla dönmeye başladı. Delirmişçesine ve öfkeliydi… Dünya gibi.

Ayşe Ovalı

İZDİHAM