10 Mart 2016

Ayhan Şahin, Yazarla Tanışma

ile izdihamdergi

O ânı sanki bugün yaşamış gibi hatırlıyorum: Zifiri karanlığın içinde, tekinsiz bir dağın eteklerinden zirvesine doğru tırmanıyorduk. Değil çevremizi görmek, önümüz sıra yürüyen arkadaşlarımızı bile zar zor seçebiliyorduk. Yüksek, yabani otlarla çevrelenmiş dağın eteğinde, üzerimizde kurşun geçirmez yelekler ve elimizde hafif, yarı otomatik tüfeklerle on yedi kişi, sürekli tetikte, sessiz sedasız ilerliyorduk. Sanki her an karşımıza birileri çıkıp da üzerimize kurşun yağdıracaktı. Tim komutanı dahil, hepimiz korku içinde olmalıydık. Öyle tahmin ediyorum. Yoksa fısıltıyla da olsa konuşanlar olurdu içimizde; ya da mırıltıyla şarkı söyleyenler… Oysa çıt çıkmıyordu kimseden… Tek yaptığımız, kan ter içinde, tehlikenin nereden geleceğini kestiremeden, ürpertili bir halde dağın zirvesine doğru tırmanmaktı hızlı adımlarla.

Sonra bir şey oldu: Elli metre sağımızdan hışırtılı bir ses geldi; ansızın büyüyüveren ses dalgaları gibi üzerimize çökmesiyle gökyüzüne yükselmesi bir olmuştu. On metrelik aralıklarla tek sıra halinde yürüyen on yedi kişi, gayri iradi biçimde ‘zınk’ diye duruvermişti. Ses şunun gibi başlayıp birkaç saniye içinde de şu şekilde devam ederek şöyle bitmişti: Hışır hışır hışır hışşşşş hışşşşş hışşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşş! Öylesine hızlı olup bitmişti ki her şey, yere yatıp mevzilenmeyi dahi akıl edememiştik. Elimizde yarı otomatik tüfeklerle ayakta kalakalmış, bakışlarımızı sağ tarafa doğru çevirebilmiştik. Ölüm ânı dedikleri şey olmalıydı bu. Çünkü çevremizdeki her şey, sanki bizlerle birlikte donuvermişti.

Size o an aklımdan neler geçtiğini anlatayım mı? Emin olun ki hiçbir şey düşünemedim: Ne ailem, ne arkadaşlarım, ne de sevdiklerim geldi aklıma. Sanki beynim durmuştu o birkaç saniye içinde, hissedebileceğim her şey silinmiş ve benden geriye sadece, bir tek kendini düşünen, kendi öz varlığına sarıldıkça bencilleşen bir varlık kalmıştı. İşte o gün içimdeki yazarla tanışmıştım…

Halbuki elli metre ötemizden gelen o ses, karanlığın ve otların arasından art arda havalanan bir keklik sürüsünün kanat sesleriymiş… İşte o gün anlamıştım ki, bir şeyin fikri, o şeyin kendisinden daha gerçekmiş… Ve ölümü düşünmek, ölümün kendisinden daha ürkütücüymüş… Tıpkı terk edilme fikrinin ayrılığın kendisinden, yalnızlık düşüncesinin de yalnızlıktan daha ürkütücü olması gibi; âşık olma isteğinin âşık olmaktan daha masum, mutsuz olma korkusunun da mutsuzluktan daha ağır hissedilmesi gibi…

Tim komutanı en öndeydi; sanki kendi durmamıştı da, bakışlarını geriye doğru çevirip yürüyüşüne hiç ara vermemiş edasıyla bizlere bakarak seslenmişti:

“Nooldu lan; niye durdunuz?”

Evet, duralım!

O gün orada nasıl durduysak, üç saniyelik bir zaman diliminde bütün varlığımızı tepeden tırnağa nasıl duyumsadıysak, tıpkı öyle, bir kez daha ve yeniden duralım.

Çünkü Kundera’nın önerdiği türden bir ‘yavaşlık’ içine giremeyeceğiz belli ki; ve yaşamın hızı hepimize öyle bir çarpacak ki, bir tek başkalarıyla anlam bulabilecek varlığımız şu dakika itibariyle daha da bencilleşip sadece anlık durumlarda kendini duyumsayabilir hale gelecek.

Duralım ve düşünelim!

Hız ile unutmak, yavaşlık ile hatırlamak arasındaki o manasız bağıntının ölüm olgusu karşısındaki beyhudeliğini gözden geçirelim: Yazma eyleminin gereksizliğini, kendini benim gibi yazar sananların bencilliğini, bilinçli varlıklar olan insan denilen tuhaf mahlukatı ve eylemlerini, ‘hatırlama’nın ağırlığını, ‘unutma’nın hafifliğini…

Duralım ve düşünelim! Zihnimizde bir yazar tahayyül edelim şimdi!

Yazma eylemi sırasında kendisine duyduğu aşkı ‘hatırlayalım’ sözgelimi:

Masa başına her geçişinde, o değerli vaktini daha anlamlı etkinlikler için kullanabilecekken, eğlenebileceği, keyif alabileceği şeyleri yapmak yerine kâğıt-kalem veya bilgisayar monitörüne mahkûm olup her defasında zekâsını ödüllendirdiğini sanmasını ve utanmadan zavallılığını sağda solda nasıl tersinden yücelterek bu durumu egosunun hizmetine soktuğunu… Ve ‘sıradan’, ‘küçük insanların’ bunu alkışlamasını…

Yazma eyleminin ‘yazarlık’ gibi bir etiket gerektirmediğini, bir zorunluluk hali olduğunu anlamayan, anlayamayan ya da anlamak istemeyen insanları da konuşalım ama…

Modernizmin imkânlarından faydalanıp ‘modernizmi’ eleştiren egosantrik, pejmürde tiplerin söyleşi ve panellerde, kafe veya kültür merkezlerindeki ‘her şeyi bilen insan’, ‘hayatın sırrına vâkıf bilge adam pozları’ndan ve ölüm karşısındaki ya da şiddete maruz kaldığı andaki varoluşsal krizini de ‘hatırlayalım’.

Unutmamanın yavaşlamaktan geçmediğini, bu çağın hızının kaçınılmaz olarak ‘yavaşlama’yı da içerdiğini; aslında ‘yavaşlık-hatırlamak-düşünmek’ dizgesinin ‘kültürel kodlar’ aracılığıyla insanlık üzerindeki tahakkümünü de düşünelim.

Duralım! Ve hali pürmelalimize bir daha bakalım!

Sevdiklerimizi tek tek kaybettiğimiz, her birinin ölümüne tanık olduğumuz, adına yaşam dediğimiz bu saçmalıkta kendimize ‘nedir aradığımız’ ve ‘nedir bu hayattan tam olarak beklediğimiz’ sorularını soralım. Bazı soruları aklımızdan hiç çıkarmayalım, ama sorduğumuz bütün soruları da mümkün olduğunca en kısa sürede unutalım.

Yani, durup durup hatırlayalım ve bu çağın büyüsüne kaptırıp kendimizi hatırlamak istemediğimiz her şeyi de mümkünse bir an önce unutalım.

Unutalım… Çünkü durup düşündükçe aklımıza hatırlamak istemediğimiz birtakım görüntüler gelebilir aniden…

Ne geride bırakabileceğimiz yazınsal bir yaratıcılık örneği, ne yazma eyleminin çekiciliği, ne de Kundera… Kendimizi çağın kollarına bırakıp herkesi ve her şeyi unutalım.

Dağın eteklerinden zirvesine doğru tırmanırken, o gün orada niye durmuştuk biliyor musunuz?

Mecburduk…

Durmak zorundaydık.

Ayhan Şahin

İZDİHAM