7 Mart 2016

Atakan Yavuz, Yalnızlığın Evrensel Tarihi

ile izdiham

“Her şeyden önce Edward Said, olanca hiddeti ve tutkusuyla dünyanın muktedirlerine ve onların entelektüel memurlarına karşı mücadele ediyordu. Bu entelektüel memurlar, yalnızca Said’e tamamen adaletsiz gelen dünya sisteminin temel eşitsizliklerini meşrulaştırmakla kalmıyor ama aynı zamanda, bu eşitsizliklerin meyvelerinden de faydalanıyorlardı.”

Immanuel Wallerstein /Gücün Retoriği

“Biz gerçek emperyalizmle er geç hesaplaşmak zorundayız. Bunu gerçekten yapmadıkça, Batıya hizmet teklif etmekle belayı başımızdan defedemeyiz.”

Kemal Tahir

Gazetelere şöyle bir göz attığımızda Weber’in belirttiği “safça kavramlarla” kuşatıldığımızı görürüz. Bu kuşatılmışlık duygusuna şaşkınlık ve karamsarlık da eşlik eder. Bu ikisinin arasından sızan umut ışığı ise ancak yüksek bir bedel karşılığında, aramakla gösterir kendini. Şaşkınlığın sebebi bu kavramların entelektüel kesim tarafından dolaşıma sokulmasıdır. Karamsarlığın sebebi ise söz konusu kavramların köklerinin Aztek ve İnka’ların diyarına Kristof Kolomb’un yanlışlıkla ayak bastığı tarihe kadar gitmesidir. Sömürgeleştirmenin yöntemi ise özünde dini bir tartışma olarak tebarüz eder. Sepulveda ve Las Casas isimli iki papazı on yıllar boyunca tartışmaya sevk eden temel ölçüt beyazların neden orada kalması gerektiği değil, yerlilerin Hıristiyanlaştırılmasının barışçıl yollarla mı yoksa şiddet kullanılarak mı olacağı şeklindedir. Sonuçta yerliler “yanlış tanrılara” inanmanın bedelini ödemelidirler. Zamanla şiddet içeren yöntemler yerini daha afili, pırıltılı kavram ve kurumlara bırakmıştır. Bu kavram ve kurumlar kolonizasyonu sorgulamaya imkan vermeyecek şekilde meşrulaştırılmak üzere bina edilir. En temel kavramlardan birisi ise “evrensellik” olarak karşımıza çıkar. Evrensellik dünya muktedirlerinin dayattığı ideolojik kavram setidir. Bu yüzden olsa gerek barışçı yoldan yayılmayı öneren Las Casas, “saf olmakla, şer güçlerin işlerini kolaylaştırmakla” itham edilmiştir. Özgürlükleri dünyanın geri kalan bölgelerine yaymak olarak günümüzde karşılığını bulan kolonizasyon, yöntem olarak iki papazın fikirleri arasında gelip gitmiştir beş yüz yıldır.

Batılı entelektüelin “ilerlemeye engel olarak” gördüğü kurumlar aslında sömürgeleştirmeye engel olan direnç noktalarıdır. (Bu direnç noktalarının listesi için 1839 Gülhane Hattı Hümayun’u ve devamındaki hukuki düzenlemelere bakılabilir. Terakkiye mani olan unsurlar sadece hukuk/din alanında değildir. Mimariden, ev içi dekorasyondan bahçe düzenine, mahalle hayatına kadar pek çok engel sayılabilir. Türkçe düşünmek sadece dile değil yaşanılan atmosfere özgü olduğundan, bunlar aslında Türkçe düşünmeyi de mümkün kılan unsurlardır.) Diğer uygarlıklar dönüştürülmelidirler (ihtida ettirilmelidir) çünkü yanlış tanrılara inanmakta, yanlış yaşamakta, yanlış evlenmekte, yanlış giyinmekte, yanlış sevinmekte, hülasa yanlış –barbarca- yaşamaktadırlar. Wallerstein bu yüzden “entelektüel memur” kavramını kullanmaktadır. Çünkü memurlar sadece iktidar kliğinin varlığını meşru kılan, dünya sisteminin ürettiği eşitsizlikleri haklılaştıran kavramlarla düşünmemizi teklif etmektedirler. Duruşlarındaki çapkınca üstünlük edası ise özgün fikirlere yaslanmaktan kaynaklanan bağımsız duruştan ziyade dünya sisteminin muktedirlerine yaslanmaktan gelen psikolojik üstünlük duygusudur. (Bizdeki bürokrat-aydın tipi bu bakımdan ayrıca irdelenmeyi gerektirir. Bunun doğal bir sonucu olan aydın-despot tipi de…)  Bu yüzden entelektüel memurların kavramları her tür entelektüel sorguya, eleştiriye kapalıdır. Adeta hazır fikirlerin vaizi gibidir entelektüel memur. Bu eleştirilmezlik zırhını aşmaya çalışanların aynı saygınlığı hak etmediğini; birer çılgın, radikal, hatta sapkın olarak ilan edildiğini başta Edward Said olmak üzere pek çok entelektüelin hayatından biliyoruz. Bu nokta evrensel değerlerin de çıkmaza girdiği noktadır aynı zamanda. İfade özgürlüğü, düşünce özgürlüğü, bağımsızlık, hoşgörü, tolerans vb değerlerin anlamını yitirdiği yere gelinmiştir. Linç meşrudur artık: Aforoz. Sömürgeleştirme tarihinin özünde dini bir süreç olduğunu evrensel değerlerin, entelektüele uyguladığı “cezaları” Hıristiyanî kurumlardan ödünç almasından da anlayabiliriz.

Kutsallık halesi ile tedavüle giren evrensel değerlerin hem Batı’nın yoksulları hem de diğer halkların yoksul ve dindar kesimleri –ve de hayat- tarafından soğuk karşılanması bu yüzdendir. “Aydın yalnızlığını” üreten işte bu soğuk karşılama olgusudur.  Entelektüel duruşun bir tür seçkincilik duygusu üretmesinin sebebi de büyük oranda burada yatar. Evrensel değerleri benimsediği oranda yazar, halkından kopmak durumunda kalmaktadır. Çünkü evrensel değerler, kökünü başka bir medeniyetten, dilden, hayat tarzından alan özünde Avrupa/Aydınlanma/Hümanizm kaynaklı değerlerden ibarettir. Bu bakımdan “kuvvetler ayrılığı” kavramının fikir babası Montesquieu’nun aynı zamanda “Bir insan nasıl İranlı olabilir?” demesi anlamlıdır. Bunun için mesela demokrasi kurumu istenilen sonuçları vermediğinde askıya alınabilir. Bu, evrensel değerler açısından bir çelişki değildir. Evrensel değerler “ (Batılı) insanlar” için geçerlidir; “ötekiler” için değil. “Barbarlar arasındaki ‘masum ‘insanları’” kurtarmak üzere demokrasi askıya alınabilir.

Yenilmişlerin zihin dünyasını kuşatan “safça kavramların” eleştirisi aynı zamanda emperyalizmin yeni eleştirisi niteliğindedir. Bizde aydın yalnızlığının bir başka şekli de fikirleriyle halkta bir karşılık bulan her aydının entelektüel kanon tarafından yalnız bırakılmasıdır. Akif gibi, Tanpınar gibi, Küçükömer, Tahir ya da Topçu gibi… Bu isimlerin çoğunun aynı zamanda sanatçı olması ise günümüzde bir fikir üretme biçimi olarak sanatın neden bir edebiyat gettosuna hapsedildiği sorusuna cevap niteliğindedir.

Gazetelere şöyle bir göz attığımızda bizi saran karamsarlık ve şaşkınlık duyguları arasından güç bela görebildiğimiz umut ışığı bilgiç akademinin, uluslar arası medya entelektüellerinin, holding yazarlarının satırları arasından değil sanattan, şiirden gelir aslında. Şiir, bir ayağını hayattan çekmeye yanaşmadığı için zihinlerin kavramlarla donmasına karşı da direnir aynı zamanda. Kirlense de donsa da halkla aynı kaynaktan –dilden- su içebildiği için…. Bu yüzden fikir tarihine bakmak için Batıda ansiklopedilere, Doğuda edebiyata gidilir.  Sanat, kavramları değil insanı haklı çıkarır. Direnen, inanan, reddeden, seven, kahreden, çalışan, kafası karışan, bağıran, susan ve yaşayan insanı…

Kaynak: Immanuel Wallerstein-Avrupa Evrenselciliği / İktidarın Retoriği-Aram Yay.

 Atakan Yavuz
İZDİHAM