7 Mayıs 2018

Ali Ayçil’in Bir Japon Nasıl Ölür Kitabı Çıktı

ile izdiham

“Bir Japon Nasıl Ölür” Ali Ayçil’in son şiir kitabı. Ayçil, şiirin dünyayı eleştirmek için değil kendimizi dünyaya karşı korumak için bir mesaj olduğunu dile getiriyor ve ekliyor: “Bu yüzden bazen oklarını çıkardığı olur. Ya da bir kirpi gibi, sayısız iğne ile canımızı koruma altına alırız.”

Şair Ali Ayçil, yeni şiir kitabı “Bir Japon Nasıl Ölür” ile uzun bir aradan sonra okuyucusuyla buluşuyor. Ayçil, kitaba adını veren şiirle ilgili şunları söylüyor: “İncelikli bir şekilde, Türkiye’de şiirin sokulmak istendiği havadan uzak durduğumu göstermek istemiştim zaten. Şiirin ismini kapağa çekerek, bu duruşumun altını herkesin göreceği şekilde de çizmiş oldum.”Ayçil, şiirin doğasıyla ilgili ise “Şiir elbette dünyayı eleştirmek için kullandığımız bir mesaj değil. Biz şiirle kendimizi dünyaya karşı koruruz. Bu yüzden bazen oklarını çıkardığı olur. Ya da bir kirpi gibi, sayısız iğne ile canımızı koruma altına alırız.”diyor.

* Uzun bir aradan sonra yeni bir şiir kitabıyla döndünüz. Öncelikle hayırlı olsun. Şiir, hayatınızın ve yazarlığınızın merkezinde olduğu halde az yayınlamayı tercih edenlerdensiniz. Buradan başlayalım isterseniz?

İlk şiirimin yayınlandığı tarihten bu güne yaklaşık 20 yılı aşkın bir zaman geçti. Doğrusu ben, başından beri çok sık şiir yayınlayan bir şair olmadım. Gönül işçiliğimin ritmini bozmayı da istemedim hiç. Müşkülpesentliğimin de tesiri oldu sanırım.

* Kitabın adına gelmek istiyorum. “Bir Japon Nasıl Ölür” başlıklı şiirinizin adını alınlığa taşımışsınız. Bu şiirde biraz Şair Ali Ayçil’in dünyaya bakışının özeti biraz da Japon Yönetmen Akira Kurosawa’nın Düşler filmindeki nehir kıyısı bilgesinin duyarlığını görüyoruz. Hani şu “Gecem aydınlansın istemem, çünkü o zaman yıldızları göremem,” diyen bilgeyi. Kitabın adının bir hikâyesi var mıdır?

Kitaba adını veren şiir aslında Haiku tarzında yazılmış ve kitaptaki öteki şiirlerden farklı bir şiir. Bildiğiniz gibi, kitapta bu tek şiir dışında Japonlarla ilişkisi kurulabilecek bir başka metin de yok. Eleştirilere açık, riskli bir tercih oldu. Ama ben, “Bir Japon Nasıl Ölür” şiirinde, incelikli bir şekilde, Türkiye’de şiirin sokulmak istendiği havadan uzak durduğumu göstermek istemiştim zaten. Şiirin ismini kapağa çekerek, bu duruşumun altını herkesin göreceği şekilde de çizmiş oldum.

* Şiirlerinizdeki referanslardan iyi bir okur olduğunuzu da anlıyoruz. İyi bir okur olmak yazarlığın ön şartıdır, diyebilir miyiz?

Evet, ben okurluğum konusunda iddialıyım. 17 yaşımdan beri, Türk ve Dünya edebiyatından seçebildiğim eserleri, istikrarlı bir şekilde okumayı sürdürüyorum. Çantam henüz içinde kitap olmadan dışarıya çıkmış değil. Bazı yazarların şiire dâhil olmasının, bir bozkırın ya da kentin şiire dâhil olmasından bir farkı yok. Ve onlar hiçbir şekilde bir şovun, bir gösterinin aracısı değiller. İyi bir okur olmak yazarlığın ön şartıdır diyemem ama yazarın kendi metni, okuduğu yazarların metinleriyle bir biçimde akraba olur. Deyimi pekâlâ şöyle de söyleyebiliriz: Bana yazarını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim…

* “Birbirimize dönemeyiz artık o cennetten yeterince düşüldü,” diyorsunuz bir şiirinizde. Bunu da mahremiyet anlayışımıza, ideallere, hayatlarımıza bulaşan “kâr virüsüne” bağlıyorsunuz? Son şiirleriniz daha eleştirel diyebilir miyiz?

Andığınız dizeler “Kurtarılmış Belge” şiirinden. Kurtarılmış Belge şiiri şöyle bitiyor: “Ben Bulgakov’la arkadaşlığımdan biliyorum bunlar şeytanın işi değil / Bunlar kimin işi kimin işi bunlar şehirde kârlı Tanrım dağlarda karlı tanrım.” Doğrusu bu şiir, okurunun müktesebatına da bir göndermede bulunuyor. Bulgakov’un “Üstad ve Margarita”sını okuyanlar, dizelerdeki şeytanın neye ya da nelere karşılık geldiğini daha iyi anlayacaklardır. Şiir elbette dünyayı eleştirmek için kullandığımız bir mesaj değil. Biz şiirle kendimizi dünyaya karşı koruruz. Bu yüzden bazen oklarını çıkardığı olur. Ya da bir kirpi gibi, sayısız iğne ile canımızı koruma altına alırız.

 Bir Japon Nasıl Ölür Ali AyçilnDergah Yayınları 2018 56 sayfa

BÜYÜK ANLATININ DİĞER ADI

* T.S. Eliot, orta yaşlardan sonra şiire devam etmek kararında olanlar için tarih bilincinin kaçınılmaz olduğunu söylüyor. Siz de o yaşları “Tevarih” şiiriyle karşıladınız. İnsanlık ağrısını dengelemek için terazinin bir kefesine tarihi koyuyorsunuz. Tarih ve şiir arasında nasıl bir irtibat var?

Tarih, şiirin tutuğu yerler işgale maruz bırakılarak inşa edilmiştir. Bir kere o büyük bir anlatıdır ve büyük hikâyeye yaslanır. Her büyük anlatı da, sayısız insan tekinin o anlatıya kurban verilmesiyle mümkündür. Bu yüzden tarih doğası gereği zalimdir. Tevarih şiiri de aslında bir biçimde bunu ima ediyor. Benjamin’den bahsettiğim Karşı Tarih şiirindeki dizeler de öyle: “Terazinin çünkü bir kefesinde tarih oturur / Öbüründe ıslak beze yatırılmış ağrılar.” Karşı Tarih, büyük anlatının yok saydığı alana verilen bir ad zaten. O alanı da vakanüvisler değil şairler savunabilir ancak.

* Ahmet Hâşim, bir yazısında edebiyat dergilerindeki genç kalemlerin bezgin ve ayak sürüyen edasından yakınır. Bu tespitten yaklaşık bir asır sonra, bir edebiyat dergisi editörü olarak yazılmakta olan şiir hakkındaki görüşleriniz nedir?

Gelecekle ilgili bir öngörüde bulunamam ama hali hazırda dünyada şiirin bereketinden en çok nasiplenen ülkenin Türkiye olduğunu düşünüyorum. Bu bereketi yalnızca pek çok gencin bir süreliğine şiire meyletmesi ile açıklamak bizi sınırlandırır. Hatta yazılmakta olan şiirin kalitesi ile açıklamak da doğru değil. Türkiye’de erken yaşlarda şiire meyleden ve kabiliyeti, edebi bilgisi, görgüsü nispetinde şiir kaleme alan pek çok genç şair var. Her birini takip etme imkânımız olmasa da, çok sayıda dergi çıktığını da biliyoruz. Bu dergilerin taşıyıcı metinleri de hep şiirdir. Bu bereketi nasıl anlamlandırmalıyız peki? Benim kanaatim, Türkçenin, Türk aklının halen daha dünya nizamına iştirak etmek istemediğinin bir göstergesi bu. Dünya nizamına iştirak etmemek için gençlerin aklı ve kalbi direniyor. Kumaşımızın bir eşya düzenine, kapitalizme, pazar malzemesi olarak sunulmaya müsait olmadığını şiir yazarak, şiirde ısrar ederek gösterebiliriz ancak. Olan da bu. Türkiye’de şiirin kıymetten düşmesinden hepimizin ödünün kopması gerekir! Çünkü böyle bir hal, bütün iddialarımızı bir kenara attığımız anlamına gelir.

ŞİİR YAZMAK ASLA ÖĞRENİLMEZ

* İçinde bulunduğumuz hiper-enformasyon çağında şiirsel, kısa ve etkili cümlelerin yaygınlık kazanması şiir adına bir kazanç mı sizce? Rakamla ölçülme genç şairi de dikkat çekici olmaktan ziyade şiirin doğasına aykırı sansasyonel söz üretimine götürerek edebiyata zarar mı verir? Yoksa tam tersine sözü besler mi?

Sosyal medya yoluyla kurulan iletişimin önemli bir kısmında, şiirsel söze ve şiir olan söze bir eğilim var. Bu bir önceki soruda söylediklerimi bir biçimde doğrulayan bir örnek. Sonunda edebi bir metin statüsü kazanmamış olsa bile, bir edebi metnin özünü oluşturan duygular, sosyal medyada da fazlasıyla karşımıza çıkıyor. Edebiyat, sosyal medyanın etkisi karşısında muhafazakârlaşarak, matbu dergileri biricik adres olarak gösteremez. Şiirin sezgiciliği de buna müsait değil zaten. Tanzimat’tan bu yana şiirimiz, başımıza gelmekte olanı ağır işleyen sosyal – siyasal müesseselerden çok önce sezdi. Şiir, Türkiye’de tarihin bir adım önünde yürüdü hep. Dönüp şiir tarihine baktığımızda bunu daha iyi anlayabiliyoruz. Her dönüşüm, ilk müritlerinin tamamına yakınını kurban eder. Sonrakiler çadırlarını o kurbanların deneyimlerine bakarak kurarlar. Dünyada büyük bir devrim yaşanıyor. Cemil Meriç, upuzun tarihte iki büyük devrim yaşandığını söylemişti: Neolitik Devrim ve Sanayi Devrimi. Şimdi Üstat yaşasa, kuvvetle muhtemeldir ki bir üçüncüsünü de ekleyecekti, Dijital devrim. Bu tür muazzam dönüşümler öyle her çağda olmuyor. Şiirin ve edebiyatın hayat dışında bir bağrı yok. Vurguladığınız kusurların, geçmişte başka vasıtalar üzerinden ortaya çıktığını söylemek de mümkün. Hiper – enformasyon çağının edebiyatı ciddi bir şekilde etkilediğini görüyoruz. Bu etki hem iyi hem de kötü yönde olmaya devam edecek. Belirleyici olan daima edebiyatçının niyeti ve kumaşıdır. Biraz ironik olacak ama robotların insana ne kadar benzeyebildiklerini ölçmek için bile elimizde şiirden daha sağlam ölçü yok. Onlara âşık olmak öğretilebilir ama şiir yazmak asla! Şiir yazabilecekler mi, yazamayacaklar mı işte bütün mesele bu.

* Şiire 90’lı yıllarda başladınız? Türk şiirinin ve şiir ortamının mevcut durumunu o yıllarla kıyaslar mısınız?

90’lı yıllar taşradan şehre göçen halkın okumuşları aracılığıyla kendini gösterme arzusu ve sahici bir mücadelenin o nefis enerjisinin edebiyata canlılık kazandırdığı yıllardı. Doksanlı yıllarda edebiyat ortamına dâhil olan gençlerin şanslı olduğunu düşünüyorum. O dönemde İkinci Yeninin ve belli başlı şairlerin etkisi kırılamadı belki ama benim kuşağım, önceki şairlerin pek de rağbet etmedikleri yerli malzemeyi modern şiire dâhil ettiler. Bunu yapmakla, hiç değilse önceki şiirin eksiğini tamamlamış oldular. O yılların üzerinden otuz yıl geçti, bu otuz yılın siyasal, toplumsal, ekonomik vitrinin nasıl değiştiğine hepimiz tanıklık ettik. 90’lı yıllarda, millet kültürünü iyi bilen şairlerin bir çıkışı oldu. Bu günün genç şairleri, koşulları ne kadar okuyabiliyorlar, bu soruya cevap vermek güç. Çünkü Türkiye büyük bir tarihsel dönüşüm geçiriyor ve şiirin şu bildik sezgiciliğiyle tarihten bir adım önde gidecek bir basiret göstermesi gerekiyor. Şimdilik, böyle bir kıpırtının olduğunu hissedemiyoruz. 90’lı yıllardan gelen şairlerin sezgileri hala daha çok kuvvetli. Olmakta olanı daha iyi görebiliyorlar. Bunlar, genç şairlerden şikâyet etmek için kurduğum cümleler değil; meseleyi o kadar basite indirgememek lazım. Mesele şu: Tarih çatırdıyor ve yeni kuşak şairler, onunla ilişkili olmak yerine, kendilerine zararsız bir daire çizip oradan konuşmayı yeğliyorlar. Birkaç yıl önce, Hasan Bülent Karaman, genç şairleri apolitik olmakla suçlamış, kısa bir tartışma çıkmış ama bu tartışma da, güncel politik alan üzerinden yapılmıştı. Oysa şair, tarihin çatlaklarından sızan kokuyu iyi almalı.

Röportaj: Atakan Yavuz, Kaynak: Yeni Şafak Kitap Eki

İZDİHAM