11 Kasım 2016

Ali Ayçil, Mustafa Kutlu’nun Son Kitabı İyiler Ölmez adlı kitabını değerlendirdi

ile izdiham

Dörtler Makamı

Agamben, Il Fuoco e il racconto’nun (Ateş ve Öykü) girişinde, daha önce Shumel Yosef Agnon, Gersom Scholem, Elie Wisel ve diğerleri tarafından aktarılmış ateş hakkında bir öykü anlatır. Hasidik Museviliğinin kurucusu Baal Shem Tov kendisine zor bir görev verildiğinde ormana gider, ateş yakar, kutsal sözleri söyler ve istediği şeyi alırmış. Sonraki nesilde, Mezeritz Vaizi benzer bir zorlukla karşılaşınca ormandaki o yere gitmiş, artık ateşi yakmasa da duayı okumuş. Bu kâfi gelmiş, adam arzu ettiğine ulaşmış. Ondan sonraki nesilde Sassovlu Rabbi Moshe Leib eşit derecede zor bir sorunla karşılaşmış. Artık ateşi yakmasa da, duaları bilmese de, ormandaki o yere gitmiş, bu da yeterli olmuş. Sonunda, bir sonraki nesilden Ruzhyn’lı Rabbi Israel böyle bir durumla karşılaştığında demiş ki: ‘Ateşi yakamıyoruz, duayı okuyamıyoruz, hatta artık ormandaki yeri bile bilmiyoruz. Ama hikâyeyi anlatabiliyoruz.’ Denildiğine göre, ona bu da yetmiş. Agamben ateş hikâyesine ‘edebiyatın kinayesi’ diyor.”*

Mustafa Kutlu’nun son kitabı “İyiler Ölmez”, yazarın pek çok kitabında olduğu gibi içimizde burukluk bırakan bir sonla bitiyor. Önce kaderin bir taşra kıraathanesinde bir araya getirdiği dört arkadaşın hikâyesini anlatıyor Kutlu; hangi ormandan geldiklerini, hangi ateşlerde yandıklarını aktarıyor okuyucularına. Ve her zaman yaptığını yapıyor; kahramanlarının elinden tutuyor, onları onurlandırıyor, uçurumun kenarından çekip bir hayat bahşediyor. Biz eski okurları, dünyanın çarkları arasında ufalanıp gidecekken, birden yaşamaya azmeden bu adamların, biraz da yazarın el vermesiyle düzlüğe çıktıklarını biliyoruz. Kutlu değil de bir başka yazar olsa, mesela şu son kitaptaki ressam Sıtkı’ya, fakir Civan’a, Fotoğrafçı Sarhoş Mustafa’ya ve Doktora Cihan Otelin kıraathanesinde bir iyilik örgütü kurdurmak yerine, onları kötülüğe teslim edip, kentin karanlık sokaklarında başka işlerin peşinde koşturabilirdi pekâlâ. Oysa biz daha kitabını aralarken, Mustafa Kutlu’dan eminizdir. Hikâyeler ve kahramanlar değişse de, yazarın, insanı fıtrat olarak temiz gören tavrı değişmez. Sahne ne denli karanlık olursa olsun, kahramanın içinde bir ışık vardır. Bu ışık bir biçimde ortaya çıkar. Mustafa Kutlu’yu bu kadar çok sevmemizin, anlatı ırmağımızın ana damarlarından biri olarak görmemizin bir sebebi de budur. O iyiliği ölümsüzleştiren adamdır…

Bir yazarı tanımanın bazı ayrıcalıkları vardır. Mesela kitapta kahramanların oturup kalktığı, Kahveci Hacı Kadir tarafından işletilen şu Cihan Otelinin hiç de tesadüfen seçilmediğini bilirsiniz. Mustafa Kutlu’nun babası Nahiye Müdürlüğünden emekli olunca Erzincan’a yerleşmiş ve burada Cihan Otelinin kahvesinde bir süre vaktini Arzuhalcilikle geçirmiştir. Bu yıllar yazarın hatırlayabileceği yıllardır. Arzuhalcilerin birer ‘dert yazıcısı’ olduğunu da akıldan çıkarmamak gerekir. Tarlası elinden alınmış olanlar, sulama sırası yüzünden kavga edenler, kızları zorla kaçırılanlar, boşananlar, hayvanları çalınanlar, çocukları tarafından yüzüstü bırakılanlar ilkin arzuhalciye gelirler. Arzuhalci şikâyetleri bir şekle sokar, kanunlara hazır hale getirir ve daha da önemlisi, şikâyetçinin merakını giderir: Ne olacaktır bu davanın sonucu? İşte çocuk Kutlu, babasının yanına oturmuş, bir köylünün dertlenerek sorduğu sorunun cevabını dinlemektedir. Biz okurları ise on yıllar sonra, bir zamanlar hem Nahiye Müdürlüğü hem de Arzuhalcilik yapmış olan babanın dertlerle ilgili bu mesleklerinin, yazar oğulda devam ettiğine tanık oluruz. Babaya hallerini arz edenler, bir dilekçeye sığdıramadıkları kısımları, ruh fırtınalarını, akıbetlerini oğula anlatmaya başlarlar. Artık kendileri ortada olmasalar da, bir hikâyecinin emaneti olarak bizde yaşamaya devam ederler…

İyiler Ölmez”de kitabın kahramanları iyilik yapmak için bir cemaate, derneğe ya da vakfa ihtiyaç duymazlar. Tek ihtiyaç duydukları, küçük kentin kalbinde zaten var olan iyilik duygusudur. Gerektiği zaman o kapıyı çalarlar ve elleri boş geri dönmezler. Öyle ki belediye başkanı bile kaderin sillesini yedikten sonra Cihan Otelinde yolları kesişen ve birlikte güzel işler çıkarmaya azmeden kahramanlara bir makam adamı olarak değil, bir gönül adamı olarak eşlik eder. Yazar kitabını, halkın, kendisi için iyilik yapanları hiçbir zaman unutmadığı, unutturmadığı imasıyla bitirir: Ressam Sıtkı, fakir Civan, Fotoğrafçı Sarhoş Mustafa ve Doktor, hastane bahçesine dikecekleri fidanları almaya giderken, kaza geçirip ölürler. Gelip geçenler dua etsin diye de, yan yana yolun kenarına defnedilirler. Cihan Otelini ve kıraathanesini işleten Hacı Kadir onlara bir mezar yapar. Gel zaman git zaman adları unutulur, mezar yerleri yok olur. Geriye sadece o yere verilen bir isim kalır: “Dörtler Makamı.” Agamben’in anlattığı gibi, artık Cihan Oteli de, mezarlar da yoktur. Ama biz hikâyeyi anlatabiliyoruz…

(*Leland de la Durantaye’nin bir makalesinden alıntı. Çeviren: Bengisu Filiz. Dergâh 313. Sayı)

 

Ali Ayçil, GerçekHayat

İZDİHAM