4 Eylül 2016

Alev Alatlı, Aydınlar mı Dediniz?

ile izdiham

“Türkiye’deki sahici iktidar, 20.Yüzyıl ilk yarısına kadar İttihat Terakki, ikinci yarısında ise TİP’tir.” Bunu söyledikten sonra, sözü Mehmet Sedes’e* bırakıyoruz: “…Benim kuşağımın mektebi Türkiye İşçi Partisi’yse, Dershanesi Fikir Kulüpleri Federasyonu’dur… ‘Sosyalist’ tarihim ise 27 Mayıs’la başlar… ‘Sosyalist’ kelimesini basılı olarak gördüğüm yer, Fehmi Yazıcıoğlu’nun sahibi ve yazı işleri müdürü olduğu, ‘Yeni Yol’ isimli gazetesidir. “Ekmek, Hürriyet ve Barış” diyordu. 1960 yılının Eylül ayındaydık. Az sonra, Aralık’ta, yeni anayasayı hazırlayacak olan Kurucu Meclis toplandı ve başta Hıfzı Veldet Velidedeoğlu olmak üzere, Tarık Zafer Tunaya, Sıddık Sami Onar, İsmet Giritli ve Hüseyin Nail Kubalı’nın da dahil olduğu Komisyon işe girişti. Herkes Milli Birlik Komitesine yardım etmek üzere ayaklanmış gibiydi. Dr. Hikmet Kıvılcımlı’dan Yaşar Kemal’e, Aziz Nesin’den, Behice Boran’a kadar bugün artık sol düşüncenin temel taşları sayılan isimler 27 Mayıscılara kutlama telgrafları çekiyor, destek mesajları yolluyorlardı. Öyle görünüyordu ki, ‘hepimiz’ Atatürk devrimlerinin ilkelerinin korunmasında, uygulamasında ve geliştirilmesinde Silâhlı Kuvvetlerin yanındaydık. Bunun böyle olduğunu özellikle vurgulamak istiyorum, çünkü, sonraki yıllarda aynı isimler ’27 Mayısın demokratik sürece indirilen bir darbe’ olması nedeniyle verdiği ‘zararları’ anlatır oldular. Benzer tutum 12 Mart için de geçerlidir. Bugün artık ‘demokrasi mücahidi’ olarak adını tarihe yazdıran Abdi İpekçi, ‘…salt hukuk açısından antidemokratik gözüken olayın aslında demokratik düzenin korunabilmesi amacını güttüğü ortaya çıkacaktır’ diye yazmıştı. DİSK, ’12 Mart muhtırası işçi kesiminin devrimci kesiminde büyük ferahlık yaratmıştır. DİSK, Atatürk devrimlerini ve Anayasa ilkelerinin korunmasında, uygulanmasında, geliştirilmesinde Türk Silâhlı Kuvvetlerinin yanında olduğunu belirtmekten kıvanç duyar’ diye ilân etti. Dev-Genç, ’12 Mart muhtırasını tesbit bakımından olumlu buluyoruz. Ancak, bu parlamentodan güçlü bir hükümet çıkmaz,’ kaygısındaydı. Anayasa profesörleri Bülent Nuri Esen, Bahri Savcı onaylamışlardı. Bülent Ecevit onaylamıştı.

…Türkiye’de ilk defa ilerici, demokratik ve halktan yana bir anayasa yapılmıştı. Ve bu anayasa sayesinde sosyalizm Türkiye’de yine ilk defa kanun çerçevesinde, meşru bir fikir akımı ve politik hareket olarak ortaya çıkmak ve kendisini ifade etmek fırsatını buldu. Sosyalizm, bir yandan gazete ve dergi sayfalarında aydınlar arası bir fikir akımı olarak yaygınlaşırken, bir taraftan da politik örgütlenme şeklinde beliriyordu. Bu örgütlenme bizzat emekçiler tarafından kurulan Türkiye İşçi Partisiydi… Kuruluşunun ilk yılında mevcut dönemi eleştiren, sosyalist fikirleri ortaya koyan aydınlar, TİP’e ilgi göstermemişlerdi. Ünlü YÖN dergisinin TİP için ‘ölü doğmuş’ dediğini hatırlıyorum.

…TİP’i 13 Şubat 1961’de onbir sendikacı kurdu. Behice Boran, kurucuların ‘okumuş yazmışlara, kravatlılar duydukları güvensizlik’ten bahsediyordu. Partinin kurucu başkanı Avni Erakalın, Ekrem Alican’ın Yeni Türkiye Partisinden gelen adaylık teklifini daha cazip bulunca bir süre başsız kalan TİP, tabela partisi hüviyetindeki Sosyalist Partinin katılımı ve Mehmet Ali Aybar’ın genelbaşkan olmasıyla kimliğine kavuştu. …Ben tanıdığımda Aybar, 53 yaşında çilekeş bir eski tüfekti. Nazım Hikmet’in büyük teyzeoğlu olduğunu yıllar sonra öğrendim…

Lenin’in ‘Komünizmin Çocukluk Hastalığı’ kitabında övünçle bahsettiği ‘aydınlar ‘oligarşisi’nin Türkiye’deki karşılığını nasıl keşfettiğimi bilmek ister misiniz? Şu na-tamam şecere bir fikir verecektir: “İstanbullu Mehmet Nazım Paşa (1840-1926) Selânik’in son valisi, yazar, beş tane eseri var. Onun oğlu, Hikmet bey, Matbuat Müdürü, Hamburg Konsolosu, sonradan ‘özel teşebbüse atlıyor’ pek modern bir sütçülük müessesesi kuruyor. Onun oğlu, Nazım Hikmet. Kızı sayılmaz, kızının oğlu Celâlettin Ezine (1901-1972) Heidelberg, Leipzig üniversiteleri ile Paris Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu, Cumhuriyet gazetesi yazarı… Mustafa Celaleddin Paşa, Polonyalı Gagavuz Borejenskî’nin ta kendisi. Oğlu Enver, Enver’in kızı ressam Celile hanım, Celile hanımın oğlu, şair Nazım Hikmet. Öte yanda, Müşir Mehmet Ali Paşa, Hügonot asıllı Alman. Karl de Troi ailesinden, Magdeburg’lu. Osmanlı İmparatorluğu’nu dağıtan 1878 Berlin Antlaşmasında Nafiye Nazırı Aleksandros Karatodori ile birlikte İmparatorluğu temsil eder, memleketi sattığı gerekçesiyle linç edilir. Onun damadı Ferik İsmail Fazıl Paşa (1856-1921) onun oğlu Ali Fuat Cebesoy (1883-1968) St.Joseph mezunu, Nazım Hikmet’in teyzeoğlu. Hareket Ordusunu Selânik’ten İstanbul kapılarına getiren Hüseyin Hüsnü Paşa; onun torunu Mehmet Ali Aybar, 1910 Galatasaray Lisesi, sonra Fransa, sonra Hukuk Fakültesi Devlet Hukuku doçenti; Nazım Hikmet’in öteki büyük teyzeoğlu… Sonra, Oktay Rıfat (1914 doğumlu) Paris Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu, dede mesleğine rücu ederek Basın Yayın Genel Müdürü, ardından Devlet Demir Yolları işletme avukatıdır. Diğer Rıfat, Samih Rıfat (1874-1932) Maarif Vekâleti Telif ve Tercüme Azası, Türk Dil Kurumu Başkanı, Konya, Trabzon valisi… Nazım Hikmet’in serüveni, malûm. Oktay Rıfat “Garip!” şiirler yazıyor. İlk basım, 1941, ikinci basım 1945. Avrupa kaynıyor, garip, “Fransız gerçeküstü şairlerinin etkisinde kalarak” şiirler yazıyor. Sonra, 1970 TDK ödülü, aynı yıl TRT ödülü, 1980 Sedat Simavi Ödülü. Melih Cevdet Anday (1915) Belçika eğitimli, TRT yönetim kurulu üyeliği, Cumhuriyet gazetesi yazarlığı, 1970 TRT Roman Başarı Ödülü, 1978 Sedat Simavi Edebiyat Ödülü… Orhan Veli, babası Riyaseticumhur Armoni Orkestrası şefi, Galatasaray lisesi, MEB Tercüme Bürosu. Kardeşi Adnan Veli Kanık… vb.vb. meramı anladınız.”

Aybar’ın başına geçtiği TİP, “27 Mayıs, Kuvayi Milliye ruhuna dönüştür; 27 Mayıs, Türk Sosyal Demokrasisinin meşruluğa kavuştuğu gündür. Kurtuluş Savaşı Türkiyesi’nin 19 Mayıs, 23 Nisan, 30 Ağustos, 29 Ekim gibi büyük günlerinden birisidir” diyor. Vatan gazetesine verdiği bir demeç var: “…TİP cephesine ilericilik adına sadece laikliği ya da kara çarşafla mücadeleyi savunandan, toplumculara kadar herkes girmelidir. Atatürk ilkelerini, çağımız insan hak ve hürriyetlerini, emekten yana olmayı, barışçılığı bir platform olarak kabul edebiliriz.” Atatürkçülük konusunda Aybar yalnız değildi, “Geniş Cephe” ilkesini anlatan yazılarında Behice Boran da aynı şeyleri söylüyordu.

Şunu anlamalısınız: benim ‘60lı yılların başında duhul ettiğim “sol” Kurtuluş Savaşına öykünen “yurtsever güçler”in topyekûn hareketiydi. Meselâ, YÖN’de “Türk Milliyetçilerine Sesleniş” başlığı altında çıkan yazıdaki “milliyetçiler” bizdik: Atatürk’ün izinde, devrik gerici sınıflara, emperyalizme ve feodalizme, komprador-ağa ittifakına karşı savaşacak, Türkiye’nin ekonomik ve politik bağımsızlığını gerçekleştirecek, sulh içinde yaşayacaktık. Bu öyle bir platformdu ki, Ülkücülerin “Tanrı Türkü korusun” sloganları gibi, “Amin!” çekmekten başka tepkiye izin vermiyordu.

Sonradan hepimizin hayatını ciddi bir biçimde yönlendirecek olan “Milli Demokratik Devrim” sloganını da ilk kez Aybar’ın sözünü ettiği ilerici yayınlardan birisi olan YÖN’de gördüm. Asıl adının Mihri Belli olduğunu öğrendiğim “Mehmet Doğu” isimli yazar, ikinci bir Aybar gibi, “Türkiye’nin bütün ilerici, zinde kuvvetlerinin kutsal görevi emekçilerin yararına gerçek bir kalkınma ve gerçek bir demokrasiyi hedef tutan köklü reformların başarılması için birleşerek gerici cepheye karşı durmaktır” yazıyordu. İlerici zinde kuvvetler, “bağımsız ve gerçekten demokratik bir Türkiye özleyen her Türk yurtseveri, politik ve mesleki teşkilatlarıyla işçiler, köy ve şehir emekçileri, Atatürkçü aydınlar ve Kemalist gençler”di. Bu durumda “gerici cephe”den kasıt, “Asya bıçkınları ve ticaniler.”

1962 itibariyle, TİP ile Parti dışı sol çevreler arasında Kemalistlerle İşbirliği, Milli Cephe, işçi sınıfının öncülüğünün ön-plana çıkarılmaması hususlarında mutabakat tamdı. Hatta, Fethi Naci gibi kalemşörler, Milli Demokratik Cephe’ye “milli burjuvazi”nin de katılması gerekliliğini savunurlarken, Doğan Avcıoğlu kapitalist olmayan yeni kalkınma modelinin “Atatürk’ün büyük sezişle bulduğu halkçı, devletçi ve milliyetçi kalkınma Yol’u” olduğunu söylüyordu. Mesele, bu yola girilememiş olması; nedeni, “ilerici demokratik cephe”nin iktidara gelememiş olmasıydı. Oysa “Biz” iktidara geldiğimizde yerli sanayi burjuvazisini hizaya sokacak, Anayasanın sosyal adalet ilkelerine uygun şekinde hareket etmesini, işçi haklarını tanımasını, kalkınmanın finansmanı için gerekli veri yükünden kaçınmaması gerektiğini, edindiği kârların büyük kısmını kendi lüks istihlâkine değil, memleketin sanayiini geliştirmeye yatırmasını, plan hedeflerine uymasını” sağlayacaktık. Zaten, “yerli sanayi burjuvazisi bu şartları yerine getirdiği taktirde ve nisbette milli burjuvazi olmak niteliğini” kazanacaktı. İnanması zor ama bu son cümle Behice Boran’dandır.

Bugün bu satırları yazarken büsbütün ikna oluyorum ki, biz Türk aydınları hiçbir zaman sosyalist de olmadık… Sadun Aren komünistlerin şahı olarak bilinir değil mi? Hayır, değildi. O kadar değildi ki, 1965 seçimlerinde “emekten yana planlı bir devletçiliği öngördüğünü” söylediği TİP’in, gerektiği taktirde pekalâ da AP ile koalisyona hazır olduğunu ilan ediyordu: “Koalisyon elbette ki karşılıklı fedakârlıklar gerektirir. Ama fedakârlık, sosyal adalet ve kalkınma yönünde ileri bir gidişi sağladığı ölçüde anlam taşır. Ancak, bu fedakârlıklara hazırız.”

Oysa, Devlet Planlama Teşkilatını askerler zaten kurmuşlardı ve karma ekonomiye Süleyman Demirel’in de hiç bir itirazı yoktu… Daha da iyisi, bu şartlar altında “ülkemizin hukuki yapısında kökten değişiklikler” için savaşmak da gerekmeyecek, İtalyan faşizminden yadigâr mahut 141.-142. maddeler hariç, yürürlükteki Anayasanın uygulanması yeterli olacaktı…”

* “Valla, kurda yedirdin beni!” Birinci Baskı, Kasım 1993, ss.79-107

Alev Alatlı

İZDİHAM