11 Nisan 2016

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kitaplarında olmayan iki metin

ile izdiham

Estetik, Suut Kemalettin Bey, 1933, Devlet Matbaası

Bizde estetik pek az ehemmiyet verilmiş bir marifet şubesidir. (Güzel)le alâkamızı kesmek için çalıştığımız şu son senelerden sarfınazar, bu hususta bazı iddialar taşıdığımız zamanlarda dahi güzellik âlemi bizi cezbetmemiştir. Bunu söylerken Talimi Edebiyat’tan başlıyan bir kaç tecrübeyi unutmuş değilim. Fakat bu kitapların aşikâr olan kifayetsizlikleri, sathilikleri, anlaşılmadan yapılmış tercümelere has ahlâkları meydandadır.

Muharrirlerinin mevzular ile olan alâkalarına gelince, zevklerinin diğer mahsullerine şöyle bir bakmak kifâyet eder. Talimi Edebiyat muharriri,güvercinli, matmazelli 30 paralık kartpostalları resim addeder ve onlara kendilerinden daha çirkin mısralarla haşiyeler yapardı. Böyle bir zevkin,muhtelif san’at şubelerini kavrayabilmesine ve ona liyakatli bir rehberlik yapabilmesine tabiî imkân yoktu. Talimi Edebiyatı takip eden kitaplarsa aşağı yukarı, güzellik kültürüne Recaizâde kadar yabancı insanların mahsulüdür.Onun içindir ki 73 sayfayı geçmeyen mini mini kitab ile Suut Kemalettin beyi bizde bir başlangıç addetmek mümkündür. Bu küçük kitabın kusurları yok değildir. Fakat başlıca meziyeti bütün san’at meselelerine yakından temasetmiş olmasıdır.

Kusurlarına gelince, bir tanesi bir dua kitabı kadar muhtasar olmasındadır. Fakat bunun da sebebi vardır. S. Kemalettin bey muallimdir ve kitabını evvela talebeleri için yazmıştır.

Bununla beraber bu mektep kitabı, san’atla alâkadar hemen herkesin zevkle okuyabileceği ve bir şeyler öğrenebileceği bir eserdir. Çünkü bizde bu vadide halis bir san’atkâr zevki ile şüphe götürmeyen bir salâhiyetin doğurduğu biricik kitaptır.

Ahmet Hamdi, Hız, 15 Haziran 1931

Paul Morand ve Seyahat Edebiyatı Papier d’Identité

Gezen, gören ve sonra gördüklerini anlatan adam, ta Ülis’ten beri gittikçe artan bir zevkle dinlenir. Çünkü her devirde, ocağının başında ve sevdiklerinin arasında tehlikesiz, meşakkatsiz bir hayal yolculuğunu, hakikî seyahate tercih edenler daima fazladır. Onun için seyyah, devirlerin geçmeyen modasıdır. Bilhassa yelkenli ile kervanın yegâne nakil vasıtaları olduğu ve anavatandan uzaklaştıran her adımı binlerce hayret ve tehlikenin bir arada karşıladığı zamanlarda o tam bir kahramandı: umumî muhayyileyi daima yoran acayip ve yabancı isimlerin manasını zorlamış, arzı yer yer kaplayan karanlığı delip geçmiş bir kahraman ki hayretbahş hikâyesile, dinleyenlere hayatlarını demir bir kuşak gibi çeviren reelin ötesinde bir firar kapısı açıyor, bir an için kendilerinden uzak yaşayabilmek imkânını veriyordu. Ve seyyahlar bunu bildikleri için hikâyelerini fantazilerle süslüyorlar, acayibi ballandırıyorlar, tehlikeyi büyütüyorlar, korkutucu, müthişin müthişi yapıyorlardı.

Aşağı yukarı bütün orta zaman seyyahları harikulâdenin peşinde dolaşan adamlardır. Hilkatin sırrı istedikleri tenevvuu vermedi miuydurmakta tereddüt etmeyen, rakamı en müsrif bir cömertlikle kullanan bu safdil hilekârları bugün, dedelerimiz kadar alâka ve lezzetle okuyamıyorsak kabahat onların değildir. Bu kabahat, birkaç keşfi ile günün birinde dünyanın hududunu çiziveren, hilkattaki tenevvuu muayyen bir vasata indiren Renessanstadır. Bununla beraber, gezmekteki müşkilât yine devam ettiği için, seyyah yine nadir ve kıymetliydi. Ve gördükleri şeylerin rakipsiz şahidi olan seyyahlar umumî tecessüsü kırbaçlamanın hilesini biliyorlardı.

XIX uncu asır, birbirini takip eden çılgın keşiflerile bu sihiri bozdu.Telgraf telleri arzı küçülttü. Buhar, elektrik dünyayı bize evimiz kadar tabiîkıldı. Arz hakkındaki bilgilerimizin kıymeti ucuzladı. Ve seyahat tabiatile bilmediğimiz şeylerin üstünde hulya kurmak san’atinden çıktı, malûmuderinleştirme gibi müspet bir iş oldu.

Fakat Seyahat Adamı kolay kolay kendini değiştirmedi. Hikâyesindeeski santimantal ve maceraperest çaşnıyı uzun zaman muhafaza etti. Geçenasrın Loti gibi bize zaman itibarile en yakın adamlarında bile Ülis’in hikâyetarzını hatırlatan bir şey vardır. Romantizmin getirdiği bir hastalık olanmahalli renk modası, bu bahriye zabitini, değil sade gördüğünü alelâdeanlatmaktan, eşyayı ve memleketleri olduğu gibi görmekten çok defamenederdi. Loti’nin meşhur -Azade-si için vaktile Fikret’in Serveti Fünun’daçıkan bir makalesi vardır. Bu makaleyi şöyle bir okumak, bu meşhur kitabın ozamanki Türkiye için ne yalanlarla dolu olduğunu gösterir.

Acaba Fikret bu sert makaleyi yazarken ne düşünüyordu? Ben bu büyük adamın makalesini, sadece bir müslüman kadınla bir hıristiyanınsevişmesini bir türlü hazmedemeyen eski bri İstanbul efendisi asabiyetileyazdığına inanmak istemem. Fikret, işin boya tarafına kızmıştı.

Her halde Loti’nin ekzotizmini şüphe ile karşılayan ilk defa o oldu.

Bugünün seyahat edebiyatı yapan muharrirleri, kendilerinden evvel gelenler için tenkitten daha zalim bir usul kullanıyorlar. Onların mevzularını tekrar ele almak suretile sahte ve uydurma taraflarını meydana çıkarıyorlar, yahut hiç olmazsa yabancı ve alışılmamışın karşısında aldıkları vaziyetlerdeki gülünçlüğü ve gayri tabiîliği gösteriyorlar.

Filhakika sarıktan edebiyat yapan, bir Çinliyi bir tılsım gibi “mahallîrenk” ile mumyalayıp satan bu muharrirlerin yanında bugünün seyyahı netabiî ve ne sevimli adamdır. Dünyayı bahçesinde dolaşır gibi geziyor,gördüklerinden cebindeki eşya gibi tabiî bir şekilde bahsediyor. O artıkekzotizm yapmıyor, arzı herhangi bir arz dairesi gibi fantezisinin kuşağilesaran kozmopolit bir edebiyata çalışıyor.

Fakat bugünkü seyahat edebiyatının yegâne mazhariyeti bu değildir. Pol Moran ve arkadaşları sade gezen ve gördüklerini anlatan adamlar olsalardı; her akşam, sinemasında dünyanın başka bir köşesi hakkındaki tecessüsleri tatmin edilen bugünün kariine kendilerini bu kadar sevdirmezlerdi.

Bugünkü kozmopolitizmin en kuvvetli tarafı, yaşadığı asırla bihakkin muasır olması, onun meseleler ile her an karşılaşmaktan hoşlanmasıdır.

Paul Morand’ın son neşrettiği kitaplardan biri olan “PapiersD’identité” bu meselelerden bir kaçını mevzuu bahis eden yazılar vardır. Bunlardan biri ve belki en ehemmiyetlisi iki sene evvel muharririn “Nouvelle Revue Française”de neşretmiş olduğu “De La Vitesse: sür’at hakkında” isimli tecrübesidir.

Sür’atin bu asra nasıl bir farika teşkil ettiğini biliyoruz. Dünyanın enhakim ırkı olan Hintlileri bile yerinden kımıldatan bu hummayı, zamanın bir modası, imkânlarımızın yarattığı bir nevi orijinal hastalık telâkki edip geçmek çok mümkündür. Fakat biraz düşününce bir an evvel gayri mümkünü bir an sonra tabiî kılan, mesafeleri kısan, arzı küçülten bütün ihtiyatlarımızı, san’ate varıncaya kadar her şeyi alt üst eden bu hârikada beşerin âtisini tehdit eden bir tehlikeyi görmemek mümkün değildir. Onun içindir ki asrın, hayatı bir nevi rekor haline getiren bu doymaz iştihası Amerika ve bilhassa Avrupa’da herkesi meşgul eden bir mesele olmuştur.

Paul Morand işe sür’ati sevmekle başlamıştır. Fakat bu sevgi insanlığın ilerisi için korkmasına mani oluyor. Bu küçük tecrübe bu korkuyu mazur gösteren teferruata sık sık rast geliyoruz.Yine aynı ciltte bulunan “Güneşin Oğlu” ismindeki senaryo da bu korkunun mecazî bir ifadesinden başka bir şey değildir. Bu muharrirde San’atkâr fantezinin ne derecelere kadar gidebildiğini çok iyi gösteren bu senaryonun bir gün filme geçmesini temenni edelim. Paul Morand’ın Siyah büyüsünde bilhassa meşgul olduğu Zenci meselesi de “Papiers D’identité”de epiice bir yer tutar. Bilhassa kitabın asıl alâkasını veren ne bu saydığımız yazılar, ne de ötekilerdir. Hepsinden vücuda gelen heyeti umumiyedir. 1906’dan 1929’a kadar muhtelif vesilelerle yazılmış yazılardan müteşekkil olan bu kitap biz bu asrın içinde ve onunla beraber yürüyen Paul Morand adlı bir tekâmülü izah eder ki bu intişarla taşıdığı isme hak kazanır.

Ahmet Hamdi, Hız, 1 Temmuz 1931, Y. 1, S.4, s.4-5.

Kaynak: Necati Tonga

İZDİHAM